Zaman, 20. yüzyılın başları. Misal, 1908. Anadolu’daki Ermeniler ile ilgili bir dosya hazırlayacağım. Şehir şehir geziyorum. Kiliseler, okullar, yetimhanelerin yanı sıra tütün, ipek, elmas, halı ve nicesinin üretiminin yapıldığı fabrikalar, atölyeler de var listemde. Kunduracılar, kırtasiyeciler, sarraflar, ustalar, balıkçılar ve mahallelerdeki diğer esnaflarla sohbetler bekliyor beni.
Bursa’dayım. Köleyanlar’ın JKF markalı ipeklerinin üretildiği fabrikadayım. Fabrika’daki işçilerle konuşuyorum, Ermenilerin ipek üretimi ve ham ipek ticaretinde büyük bir yeri olduğunu anlatıyorlar.
Bursa’daki diğer fabrikanın sahibi Bay Kardeşlerin ipekleriyle kendi ürettikleri ipekler kıyaslanıyor söz arasında, hakkını teslim ediyoruz sohbetin sonunda herkese. Grègoire Bay’ın aynı zamanda Fransa Konsolosu olmasının bunda etkisi var mı bilemiyorum. Fabrikadaki Ermeni işçiler mahallerine de uğramamı söylüyorlar, sözleşerek ayrılıyoruz.
Ardından Minasyanların elmas kesim atölyesine uğruyorum. Onnik Minasyan her gittiğimde yaptığı gibi özenle gezdiriyor bana atölyeyi.
İzmir’deyim. Ermeni anaokulundaki öğrencilerin yanına uğrayarak başlıyorum güne, gün güneşten yana. Çıkışta, yaklaşık iki yıl önce geldiğimde kilisede tanıştığım Ermeni bir zeybekle karşılaşıyoruz. Sonradan bana bir kart atmıştı, dönünce buluyorum hemen onu. Torununu bırakmaya gelmiş, ayaküstü sohbet ediyoruz. Yetimhanedeki çocuklara zeybek öğretmeye başladığını anlatıyor.
Gelmişken Takvor Ispartalıyan’ın halı imalathanesine gidiyorum. Sohbet ülke ve dünya gündeminden Londra’daki şubenin durumuna evriliyor. Ayrılırken anadoludaki şubelerin olduğu yerleri yazıp tutuşturuyor elime, 'Bir ihtiyacın olursa yanında olsun' diyerek.
Yolda bir kartpostal buluyorum. R.H. Nigoğosyan imzalı “Üç aylık askerliğimi tamamladım, döndüm” yazıyor. İçimde tanımlayamadığım bir sızı hissediyorum, “Sevag” diye sesleniyor biri, “Kartımı bulmuşlar”. Özenle yazılmış kartpostalı teslim ediyorum sahibine. Gülümsüyoruz.
Anadolu Ermeni Atletizm Kulübü’nün beyzbol ve futbol takımı ile görüşmek üzere Merzifon’dayım. Rastlantı bu ya tarih 17 Aralık 1908, sokaklarda meşrutiyet kutlamaları, Ermeni din görevlileri ön sıralarda. Birkaç hafta sonra bana ulaşan kartpostalda
Ermenice, Osmanlıca ve Fransızca pankartların taşındığı kutlamalardan bir kare var.
Samsun’da arkadaşım Garo ile buluşuyorum. Ermeni okulunda öğretmen kendisi, akşam bir tiyatroya gideceğimizi söylüyor görüşürüz görüşmez. Maranyanlar’ın un fabrikasında çalışan kardeşi ve tütün fabrikasında çalışan arkadaşı da katılıyor tiyatro seyrimize.
Beni Trabzon’a uğurladıklarında cebimde Ermeni Mahalleri ile ilgili hazırlayacağım yazı için bana yardımcı olacaklarını söyledikleri arkadaşlarının isimleri var. Elbette alkollü içkiler ve tütün ticareti ile uğraşan M. Garabed Hekimyan’ın da adı var listede.
Gideceğim yerlerde Bilecik’in de olduğu öğrenen yaşlı bir teyze, yıllardır görmediği arkadaşına selamını iletmemi söylüyor. İçimden “4 bin Ermeni içinde nasıl bulurum arkadaşını?” derken ona elbette ileteceğimi söylüyorum.
Ankara'da balık pazarındayım. Pul pul balıklar arasındaki sohbet devam ederken balıklar geliyor masalara. Yiyip içtiğim bana kalsın, Eskişehir'e geçiyorum.
Garabed Hacıniyan'la o sevdiğim kırtasiye kokusu içinde editörlükten, edebiyattan konuşuyoruz. Yazımı onun hediye ettiği kalemle yazıyorum şimdi.
Yolum Kars, Diyarbakır, Van, Erzurum ve civardaki diğer illere varıyor. Diyarbakır'da Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nin çan kulesinden yayılan ses sokağa karışıyor.
Kars'taki sohbetlerde Surp Arekelots Kilisesi'nin Osmanlı yönetiminde camiye dönüştürülmesinden sonra 1878'de Ruslar'ın kiliseye dönüştürüldüğünü ve tekrar Ermeni kilisesi haline ancak geçen yıl geldiğini öğreniyorum. O an gezdiğim onca kilise, manastır, yetimhane, mahallelerin de zamanın birinde "dönüştürüleceği" korkusu yayılıyor içime. Sohbete geri dönüp uzaklaştırıyorum bu düşünceleri aklımdan.
İstanbul’a dönmeyi planlarken Edirne’de buluyorum kendimi. Davet, reddedemeyeceğim bir dostumdan geldi. Ailesi, Selimiye Camisinin inşaatı için kendisi de Ermeni asıllı bir devşirme olan Mimar Sinan’ın getirttiği Ermeni ustalarından. Uzun uzun Selimiye'yi geziyoruz onunla. Dönüş yolunda şarap ticareti de yapan Canik Oteli sahiplerinin hediye şişeleri var çantamda.
Aslında daha gidecek çok şehir var ancak sanırım bir süre gezip gördüklerimi toparlayıp sonra tekrar yola koyulmak en iyisi gibi görünüyor. Nasılsa kalemime yansıyan onca kilise, okul, mahalle ve buralarda yaşayan, herbiri ayrı hikaye onca insan hep orada.
Dönüp dolaşıp İstanbul’dayım. İstanbul, dosyamın Ermeni mimarlar bölümü için önemli, Balyan ailesiyle dostluğuma güveniyorum bir de. Hassa mimarlarından Garabet ve Nigoğos Balyan’ın yaptığı Dolmabahçe Sarayı, Sarkis Balyan’ın yaptığı Harbiye Nezareti, Senekerim Balyan’ın Beyazıt Yangın Kulesi fazlasına söz bırakmıyor.
Büyükada’daki yat kulübündeki kurucuların arasında olan Ermenilerle yapacağım sohbeti en sona saklıyorum. Uzun yolların yorgunluğunu adada geçireceğim birkaç günle üzerimden atmayı planlıyorum. Beklediğim gibi de oluyor. Dilimde bir Ermeni türküsü, aklımda konuştuğum insanlar, gittiğim yollar, yazmaya başlıyorum.
***
Zaman 2013. İstanbul’dayım. Tütün Deposu’nda bir sergi geziyorum. Anlattığım hikayeler sergide yer alan kartpostallarda sıralanıyor. İçimde derin bir “Kayıp” hissi. Kendimden kaybetmişim gibi hissediyorum. Zamanı geri çeviriyorum, yazmaya başlıyorum: "Zaman, 20. yüzyılın başları. Misal, 1908. Anadolu’daki Ermeniler ile ilgili... (BK/HK)
* Birzamanlar Yayıncılık’ın 2005 yılında yayınladığı “Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler” kitabının ikinci cildi yayınlandı. Kitabın yayınlanmasıyla birlikte açılan ve Küratörlüğü Osman Köker’in yaptığı “Tarihe Yolculuk”, “Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostal ve Objelerle 20. Yüzyıl Başında Türkiye’de Ermeniler”başlıklı sergi 6-19 Nisan tarihleri arasında Tütün Deposu’nda ziyaret edilebilir.