19. yüzyıl gezginleri kültür turizmini keşfetti. Modern gezginler ise onların gezdikleri yerleri gezmeye devam ediyor. Bir tarih ve kültür kenti olan İstanbul, kimine göre Avrupa'da ya da Asya'da yer alan, kimine göre ise iki kıta arasında hangisine ait olduğunu bilemeden salınan mutlaka ziyaret edilmesi gereken kentlerden biridir.
Egzotik kentin hayalperest konukları
İstanbul 19. yüzyıldaki gezgin aristokratların, yazarların kurduğu "egzotik" bir "öteki" kenttir. Bu gezginler modernlerin İstanbul'a hangi ulaşım aracıyla gideceklerini, nerelerde konaklayacaklarını, neye nasıl bakacaklarını, İstanbullular karşında nasıl davranacaklarını ve yaşadıklarını nasıl anlatacaklarını ister istemez belirlemişlerdir.
19. yüzyılın turisti kolektif imgelemde en çok hayalperestliğiyle yer alır. Gittiği yerler üzerine yazdığı anlatılarla bu yerleri hayalimsi mekanlara dönüştürür. Daha iyi bir ifadeyle bu yerleri hayallerin olası olduğu mekanlar olarak kurar.
19. yüzyıl soylusudur ya da soyluluktan geriye ne kalmışsa onun mirasçısıdır, terimin modern anlamında işsizdir. Bilgili ve yeteneklidir, ama bunlarla ne yapacağını bilmez. Moderne karşı eski dünyanın değerlerini ve ilkelerini savunur. Kapitalistlerin, malların ve sermayenin dolaşımının serbest kılındığı dünyada, bu tip gezginler bedenlerini dolaşıma sokarlar. Bir defa yolculuklarına başladıktan sonra dolaşıma sokacakları bir başka şey ise, dünyanın belli kentleri üzerine egzotik söylemler olacaktır.
Doğu Ekspresi'nden Hareme
İstanbul'a yolculuğunu Doğu Ekspres'i ile yapar. Yolculuk sırasında Lalique imzalı kadehlerle içer şampanyasını. Gittiği her yere kendi dünyasını beraberinde götürür. Tren ve oteller onun için modern anlamının ötesinde bir anlam taşır. Her ikisinde de kaybettiği dünyayı yeniden kurar. Şatafatını dünyanın dört bir yanına olduğu gibi İstanbul'a da taşımıştır. Bu nedenle, Pera Palas ve Çırağan Sarayı hâlâ Avrupalı turistin rüyalarını süsler. Özellikle Pera Palas'ın çekiciliğini kaybetmesi olası değildir.
Çünkü Avrupalı gezginler onu öyle bir kurgulamıştır ki, bugün bile hâlâ bir roman mekanı, bir romans zamanı olarak anımsanır.
Hep eskinin peşinde olduğunun bilincindedir. Örneğin Flaubert 1850'de İstanbul yolculuğunun acilen yapılması gerektiğini şöyle ifade eder: "Doğu'yu görmenin zamanı geldi de geçiyor bile, zira Doğu geçip gidiyor, uygarlaşıyor". Tren yolculuğu son bulduğunda yitik olanın peşinde, İstanbul'da önce camileri ve minareleri fark eder, ardından ister istemez müezzinin anlamını çok da kavrayamadığı sesine kulak verir. Camilerin içinde en görülmeye değeri, Ayasofya'dır. Önce kilise, ardından cami olmuş olması Ayasofya'nın büyüsünü pekiştirir. İstanbul sokaklarına daldığında ilk fark ettiği şey, seyyar satıcılardır, özellikle de afrodizyak içeceklerin yollarda satılması karşısında hayretlere düşer.
Yorgunluk kahvesi içmek için soluklandığı kahvelerde, erkeklerin nargile keyfini seyre dalmışken birden Türk kahvesinin sertliğini keşfeder.
Batmakta olan güneş
Günbatımında boğaz kıyılarında dolaşırken, eğer söz konusu olan Lamartine ise İstanbul'u şöyle betimleyeceğini düşünür: İstanbul, "yerküre üzerinde tanrının ve insanın, doğanın ve sanatın elbirliğiyle insanın seyre dalabileceği en harika bakış açısını yerleştirdiği yerdir". Batmakta olan güneşin altın ışıklarıyla buluştuğunda zihninde İstanbul hayalperestliğinin temel belirleyenleri yeniden oluşmaya başlar: Camiler, müezzin, ezan, nargile, Türk kahvesi derken, asıl İstanbul'un gizemini oluşturacak öğelerin neler olabileceğini düşünmeye başlar: İşte bu anda, Saray ve haremin gizemini seyahatini kültleştirecek, İstanbul'u olduğundan daha fazla egzotikleştirecek iki mekan olarak yeniden kurması gerektiğini anlar. Çünkü Doğu sözcüğünün telaffuz edilmesi bile, Edward Said'in dikkati çektiği gibi, sözcüğün "egzotiğin, gizemlinin, derin olanın, spermle ilgili olanın büyüleyici bir eşanlamlısı" olduğunun anımsanması için yeterlidir.
Flaubert'in, Lamartine'in, Nevral'in, Gautier'nin, Chateaubriand'ın ve Loti'nin Osmanlı İstanbul'unu gerçekten görüp görmediğinin pek de önemi yoktur. Kimisi gerçekten görerek kimisi de görmeden hayali bir İstanbul yarattılar. Hepsi İstanbul'un erkekleri, yani kendilerini nasıl baştan çıkardığını anlattı.
Baştan çıkartıcı kadın
İstanbul'da, "hamamların beyaz mermerleri üstünde menekşe rengi lokumların tadını çıkararak tembellik eden odalıklar" gördüklerini yazdılar. Hatta bununla da kalmayıp, İstanbul'u odalıklar kenti olarak nitelendirdiler. Gautier, İstanbul'un "yedi tepeden oluşan divanının üstüne şehvetlice uzanmış" olduğunu söylerken, İstanbul'u sahip olunacak bir kadın olarak kurduğunun farkında mıydı, bilinmez ama Le Monde gazetesinin Sans-Visa ekinde İstanbul üzerine yazan gazeteciler Gautier'yeye gönderme yaparak "biz de memnuniyetle İstanbul'un şehvetli ve baştan çıkaran kadınlarla dolu bir kent olduğunu hayal ediyoruz" diye yazarlar.
Saray ise, "şehvetli güzel tutsakların yaşadığı zevk bahçesi" olarak betimlenir. Söz konusu yazarlar anlatılarında, özellikle Topkapı sarayının hareminden fantezilerini kamçılayan bir mekan olarak söz ederler. Saray, Avrupalı gezgin-yazarın imgelemini düşlere ve fantezilere doğru yola çıkartır: Duyarlılık, çekicilik, şatafat ve gizemlilik, İstanbul'u, haremi ve kadını betimlemekte hiçbir ayrım gözetmeden kullanılan niteliklerdir.
Loti'nin harem arzusu
Avrupa saraylarından farklı olduğu düşünülür, Osmanlı sarayının. Tam da bu farklılığa göndermeyle, saray-harem Osmanlı'nın başkalığının somutlaştığı mekan olarak kurulur. Gezgin hayalperest, sayılamayacak kadar çok sayıdaki güzel ve cazibeli kadınla birlikte yaşayan ve hayal edilmesi bile zor olan bir zenginliğe sahip tek erkek olan sultanın yerinde olmayı düşler.
Ama, harem Avrupalı gezginin elini kolunu sallayarak girebileceği bir mekan değildir. Özellikle Pierre Loti Aziyade isimli romanında hareme girmeyi ne kadar arzuladığını, ama arzusunun gerçekleşmesinin imkansız olduğunu yazar. Bu nedenle de haremi, "demir parmaklıklı bir kafes, gizli kapıları ve merdivenleri olan bir kutu" olarak betimler. Harem labirenttir, Avrupalı gezgin için haritası çıkarılması güç bir mekandır. Buna karşın ya da tam da bu nedenle, gizemlidir, merak konusudur.
Modern turist Flaubert'in, Lamartine'in, Loti'nin ve diğerlerinin betimlediği bu egzotik Osmanlı başkentini görmek için biner uçağına. Bu turiste seslenen turistik söylem, Türkiye'nin 19. yüzyıl seyahat edebiyatının betimlediği mekan olduğunu savunur.
Ama bunun yanı sıra, bu ülkenin geçmişini yitirdiğini de üzüntüyle dile getirir. Ayrıca, geçmişini kaybeden ülke temsilinin de 19. yüzyıl seyahat edebiyatının ayrıcalıklı izleklerinden biri olduğunu da belirtmek gerek. Dünyanın olduğu gibi Türkiye'nin de büyüsü çoktan bozulmuştur aslında. Yine de, seyyar satıcılardan, minareden, saraydan ve haremden sanki hiçbir şey değişmemiş gibi söz edilmeye devam edilir. Çünkü, geçmiş bile artık sadece tecimselleştirilebildiği ölçüde değerlidir.
(NA)