Bundan tam olarak 13 yıl önce olmuştu. Bu topraklarda devletin “yurttaşlarım” dediği insanlara dönük yaptığı büyük bir katliamın tanıklarıydık. Süreci içinde yaşayan biriydim. Benim gibi binlerce tutsak sabahın erken saatlerinde “teslim olun” diyen megafon sesleri uyanmıştık. Devletin yaptığı F Tip’lerine dönük cezaevlerinde kitlesel ölüm oruçları devam ediyordu. Açlık grevlerine içeride katılım oldukça kitleseldi. Hemen hemen bütün sosyalist yapı ve de gruplar/partiler açlık grevlerindeydiler. İçerideki hayatlarımız tamamen bu eylem çerçevesinde devam ediyordu.
Tutsaklar olarak açlık grevinde olmak, bu açlık grevinin de ölüm oruçları olarak devam etmesi yaşanılan zorlu sürecin bir ifadesiydi. Devlet, F Tipleri’ni yaptım ve gideceksiniz diyordu, devrimci/sosyalist yapılar olarak bizler de “ölüm tabutlarına girmeyiz” diyorduk. Hazırlanan yeni mekânlar oldukça abartılı bir dil ve de görseller ile ana akım medya üzerinden paylaşılmaya başlamıştı. Bizler de ekranlarda izliyorduk, ne kadar lüks ve konforlu mekânlar olduklarını. Hatta öyle bir algı yaratılıyordu ki, bu mekânlara geçmemek mümkün olamazdı.
Devlet yaptığı mekânları kamuoyu ile paylaşırken tutsaklar sürecin nereye doğru gidebileceğine dair ciddi kaygılar beslemeye başlamıştı. Bu kaygılar ile birlikte eylemler devam ediyordu. Bu eylemler hem ülke içinde ve hem de uluslararası kamuoyunda önemli bir etki de uyandırmıştı. Hatta oluşan bu kamuoyu baskısından dolayı hükümet cezaevlerindeki tutsaklar ile görüşmeler yapmaya başlamıştı.
Duyarlı aydın ve yazarlar da sürece arabulucu olmuşlardı. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Can Dündar, Oral Çalışlar, Meclis İnsan Hakları Komisyonu’ndan Mehmet Bekaroğlu’ndan oluşan arabulucu bir heyet Bayrampaşa Cezaevinde tutsaklar ile görüşmeler yapmaya başlamıştı. Bu görüşmelerde çözüme doğru bir gidiş de vardı. Hatta biz içeridekiler tutsak edilmeye devam edeceğimiz yeni mekânlar üzerinde müzakerenin sonuna doğru gelindiğini düşünüyorduk. Açlık grevlerinde 61 gün geride bırakılmıştı. Bende de sürecin tamamlandığına dair bir iyimserlik oluşmuştu.
18 Aralık tarihinde Adalet Bakanının "F tipi cezaevlerine nakillerin ertelendiği, bu cezaevlerinde insani yaşama koşullarının sağlanması için, ortak yaşam alanlarının yaratılacağı, hukuksal ve mekansal düzenlemeler çerçevesinde yeniden değerlendirileceği, bu değerlendirmenin ilgili meslek kuruluşlarıyla birlikte yapılacağı ve toplumsal mutabakat sağlanmadan cezaevlerinin açılmayacağı" açıklaması da bu iyimserliğimi daha da beslemişti.
Ancak öyle olmadı. 19-22 Aralık 2000’de 20 cezaevinde aynı anda 10 bin kişiyle bir operasyon başlatıldı. Operasyonun başlaması ile bizler ne büyük/aptalca bir iyimserlik içinde olduğumuzu gördük. Megafonda yükselen “teslim olun” seslerine karışık, “direnmeyin, devlet sizler için her türlü tedbirleri almıştır, güvendesiniz” sesleri geliyordu. Böylesi bir beklentiden ziyade, sorunun çözüldüğüne dair bir haber beklentisi içindeydik. Olmadı. Yataklarımızda telaş ve de kaygı ile fırladık, bir yandan üzerlerimizi giyinirken diğer yandan hücre/koğuş pencerelerinden dışarıda neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk.
Bir yandan da televizyonlarda neler veriyorlar diye hızla televizyonları açtık. İlk görüntüler Bayrampaşa ve Ümraniye cezaevlerine dönük saldırı görüntüleri oldu. Korkunç bir askeri yığınak ile ellerindeki bütün teknik/silah, insan gücü ile saldırıyorlardı. Askerlerin ellerinde kazmalar çatıları yıkıyorlardı. Devamında diğer kent cezaevlerinin görüntüleri gelmeye başladı. Bir yanda bulunduğum Bursa Özel Tip Cezaevi’nde dışarıda neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz, diğer yandan başka cezaevlerinin durumlarını öğrenmeye çalışıyoruz.
Saldırılara karşı barikatlar kurulmuş olsa da duvarları dozerler ile yıkarak girdiler. Benim bulunduğum alt tarafa saldırıları yukarıya olduğu kadar yoğun olmamıştı, zira PKK’nin sürece dair politikası daha farklıydı. Bizler kaldığımız cezaevinin yukarı maltalar dediğimiz bölgesine dönük devletin korkunç saldırısını TV ekranlarından izliyorduk. Saldırılarda ilk önce DHKPC’den Murat Özdemir isimli arkadaşı kaybettik. Murat Özdemir saldırılar dursun diye bedenini ateşe vermişti. Daha sonra TKP/ML’den Ali İhsan Özkan saldırıları durdurmak için bedenini ateşe verdi. Ancak bütün bu direnişler korkunç saldırılarına engel olmadı.
O bölümde kalan yoldaşların anlatımlarını sonradan dinledik; korkunç bir saldırı histerisi içinde, küfürlerle askerler saldırmışlardı. Bedenlerini siper etmeye çalışan devrimci tutsakların bu direnişleri hiçbir şekilde bunları etkilememiş. Hatta daha da azgın/vahşi bir şekilde saldırmaya devam etmişler. Duvarları yıkarak girdikleri koğuşlarda daha sonra da onlarca devrimci tutsağa kendileri korkunç işkenceler yapmışlardı. Hiçbir şekilde aklımızın almadığı/alamayacağı şeyler yaşanıyordu. Bizler donmuş kalbimiz, gördüklerine/yaşadıklarına inanmayan gözlerimiz ile süreci izliyorduk. Bir süre sonra bizlerin olduğumuz koğuşlara da girdiler. Başka bir dünyadan gelmiş insanlar/yaratıklar gibiydiler.
Tam bir talan için içeriye girdiler. Bizleri havalandırmalarda toplayarak kaldığımız hücre/koğuşlarda tam bir savaş/talan hali estirdiler. Savaşın içinden gelen insanlardık, devletin şiddetinin de nasıl bir şey olduğunu az çok biliyorduk, ancak tamamen tutsak olduğumuz bu betonların içinde bu denli öfkeli ve de saldırgan olmaları algılarımızda adeta bir felç hali yaratmıştı. Adeta bitkisel bir halde donuk bakışlar ile olanları izliyorduk.
Saatler ilerledikçe algımız açılmaya başladı, birlikte tartışarak durumu anlamaya çalıştık. Anlaşılan oydu ki; devlet zaten aylar öncesinde hazırlıklarını tamamlamıştı. Her ne kadar çeşitli arabulucu insanlar ile bir süreç işletmiş olsalar da alttan alta bu korkunç saldırı için hazırlıklarını yapıyorlardı. Her şeyi hazırlamıştı. O çok sosyal demokrat geçinen Bülent Ecevit ve de “hümanist” Adalet Bakanı Sami Türk “devletin bekası” için bir kez daha “kutsal” görevlerini icra ediyorlardı. Cezaevlerine dönük büyük bir katliam ile bir kez daha bütün “yurttaş”larına ayağınızı denk alın diyecekti. Devletin hafızası hepimizden çok iyi çalıştığından tarih 19 Aralık’tı.
İradelerini kırmak için cezaevlerine doldurduğu binlerce devrimci/sosyalist tutsağın her şeye rağmen ideallerinden dayatmaları ve hayatlarını buna göre yaşamak istekleri devleti fazlasıyla rahatsız ediyordu. Devlet kendi politikalarına itiraz eden bir yapı istemiyordu. F Tipleri ile devletin asıl yaklaşımı tutsak ederek duvarların içine aldığı tutsakları bir bütün olarak teslim almaktı. Devrimci/sosyalist tutsakların her şeye karşın inançlarını, özlemlerini, ideallerini yaşatıyor olmalarını kabullenemiyordu. Bu amaçla tutsakların 20 Ekim 2000'de başlattıkları ölüm orucu eylemini kırmak amacıyla bu operasyon yapıldı.
Operasyon sırasında 30 tutuklu ve mahkûm yaşamını yitirdi. 237 tutuklu yaralandı. Özellikle Çanakkale ve Bayrampaşa cezaevlerin operasyon sırasında korkunç bir katliam gerçekleştirildi. Savaşlarda bile kullanılması yasak olan kimyasallar ile tutsakların bedenleri canlı canlı tutuşturuldu. Katliam milyonlarca “yurttaş” a ekranlarda canlı olarak izletildi, tıpkı 3 Temmuz 1993 Sivas/Madımak Katliamı’nda olduğu gibi. Operasyonu dışarıda protesto gösterilerinde ise 2 bin 145 kişi gözaltına alınmış bunlardan 58’i tutuklanmıştı. Devlet içeride ve de dışarıda büyük bir katliam uygulamaya sokmuştu.
Devletin geleneği aynen devam etti. İktidarlar değişti ama devlet yöntemini değiştirmedi. Çünkü devletin politikalarına yön veren onun tamamen ırkçı ve de militer bir yapıya sahip olmasıydı. Devletin bu mantığı değişmedi. Değişmediğini 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski’de 34 Kürt yurttaşın bedenlerinin savaş uçaklarında atılan bombalar ile paramparça edilmelerinde gördük. Aralık ayı bütün bu yanları ile tamamen devletin planlayıp uyguladığı büyük katliamlar ayıdır. Devletin ırkçı/militer politikaları ortadan kaldırılmadan da böylesi pratikleri her zaman uygulamaya koymaya hazır olacaktır. (EJA/AS)