“Anne, ben barbar mıyım?”, Lâle Müldür’ün aynı adlı kitabının, 13. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesini oluşturan dizesi. Hepimizin kulağında, bir zaman tekrardaydı, soruda, sorguda ya da hâlâ öyle, -ben barbar mıyım?
Barbarlık! Sonuca ilişkin bir imgelem sanki ya da ilk çağrışım öyle. Kelime kökeni olarak Yunan olmayan ve Yunancayı doğru konuşamayan kişiler için kullanılan “barbaros”tan türemiş barbar. Homeros’un İlyada’sında barbarostan, barbarophonoi, yani “kaba saba” ve “anlaşılamayan” bir dili konuşanlar olarak bahsediliyor.
Barbar, bu nedenle, daima bir ötekiyi işaretliyor. Bu ötelik konumu mutlak ve çeşitli toplumsal dinamiklerle örülegelmiş ve aynı dinamikler içerisinde sürdürüleceği kendi içerisinde taahhüt ediliyor. 13. İstanbul Bienali, bu üretim dinamiklerinden biri olan kamusallık kavramı çerçevesinde barbarlığı okumaya açmıştı, “Anne, ben barbar mıyım?” diyerek. Bienalin tartışma perspektifleri dolaşımdaki yerini hâlâ koruyor. Ayrıca yeni odakların ve eleştirilerin aracı olmaya devam ediyor.
Şair Fırat Demir yeni yayınlanan kitabında, Lâle Müldür’ün dizesini yeniden okudu ve yorum perspektifi üzerinden barbarlık tartışmasını kavramın türlü çağrışımlarına taşıdı. Bunu da hepimizin zihnindeki o dizeyi/soruyu tekrar, bir başka anda, 17 edebiyatçıya yönelterek yaptı. “Hâlâ Barbar mıyız?”
Kitap edebiyatçıların barbarlık sorunsalını, kavramın kendisini tanımlamaktan öte, hayatın çeşitli dinamikleri içerisindeki nüvelerini saptama ve aşmaya yönelik önerilerinden oluşuyor.
Demir’e göre, Lâle Müldür, barbarlığı bir dilsizlik sorunsalı olarak tanımlıyor ve barbarın kim olduğundan öte bu dilsizlikten kaynaklı iletişimsizliğe dokunuyor.
“‘Anne, ben barbar mıyım?’ Tehlikeli bir soru bu, en az “barbar’ kelimesinin anlamı kadar girift, akla düşürdüğü ilk çağrışımların çok ötesinde bir yerde yankılanıyor.
“Müldür’ün şair olarak karşısına çıktığı toplumla arasında koskocaman bir dil ayrımı var, ‘anne’nin sunduğu o pagan topraklara geri dönüş dışında hiçbir yerde rızkı kalmamış, kendini anlatmak istediği her an, bir karşı koyuş nidası olarak yükseliyor ve korku, beraberinde reddedişini getiriyor. Hep bir elden şair için ıssız bir vahşet hazırlanıyor”.
Cemal Bali Akal, Ozan Çınar, Ayşegül Devecioğlu, Orhan Duru, Sezer Duru, Ferit Edgü, Haydar Ergülen, Ayhan Geçgin, Ahmet Güngören, Hüseyin Kıran, Ferhat Özkan, Elif Sofya, Mine Söğüt, Latife Tekin, Yalçın Tosun, Ayfer Tunç ve Murat Yalçın metinleriyle barbarlığın üzerine gidiyor. Bu nedenle “Hâlâ Barbar mıyız” içinde yer alan metinlerde herhangi bir tür sınırlaması yok, şiir, öykü, deneme ve oyun metni ile barbarın tüm çağrışımlarına nüfuz edilmeye çalışılıyor.
Demir, “Hâlâ Barbar mıyız” seçkisinin varlık nedenini “barbar” olarak yaftalanmış her “anlaşılamayan”a, ki bunu da tanımlamaktan kaçınarak, edebiyatın nefesini üfleyebilmek olarak açıklıyor.
Bundan ötürü kitabın ana arteli egemen ideolojinin “barbarlık” stratejisinin eleştirisi üzerine oturtulmuş. Bu eleştiriyi daha ayakları yere basar hale getiren ise, kitap için kaleme alınan metinlerin yanı sıra yakın edebi tarih içerisinden seçilen metinler. Bütünü oluşturan ise “eski ile yeniyi yan yana getiren harç, edebiyatın adalet duygusu”...
“Hâlâ Barbar mıyız” ile işaret edilen meselelerden biri de sanat ile edebiyat ürünlerinin birbirleriyle olan teması. Özellikle 70’li yıllardan itibaren sanat-edebiyat ilişkisinin ayrıştığı ve her iki alanın kendi içerisinde, özerk ve geçişsiz olarak tanımlandığı sorununa dikkat çekiliyor.
13. İstanbul Bienali’nin bu durumu dönüştürülmesi bakımından katalizör olabileceğinin ve hatta olmasının altı çiziliyor. Kitaptaki metinlerden çoğu, bu yüzden, bienal sırasında gerçekleşen tartışmalara değinmiş, onları yorumlamış ve kimi de bizzat tartışmanın tarafı olmuş. Tartışmanın genişlemesi paralel düşünme imkân yaratarak bu pratiğin gelişimine katkı sağlıyor.
Öte yandan, kimi yazarın kendi yazın türünün dışına taşması, örneğin öykücü Yalçın Tosun’un bir şiirle seçkiye dahil olması, çoklu medyumlarda yapılan sanatsal üretimi çağrıştırıyor. Böylece okurun önüne mütevazı bir yol haritası çıkarılmış ve daha fazla kavramsal okumanın önü açılmış oluyor.
Barbarlığa Ahmet Güngören antropolojik bir anlatı çıkarırken, Mine Söğüt onu aile üzerinden okuyor, Sezer Duru etimolojisini yapıyor, Ayşegül Devecioğlu ise sınıf ve kent ilişkisi üzerinden yazıyor, Ferhat Özkan dil sorunsalına girişiyor. Böylece anlamlandırmanın ılıklığı kitaba yerleşiyor.
İğne hâlâ ellerde, sahi, -barbar mıyız? (ET/YY)
* Hâlâ Barbar mıyız? Edebi Şeyler, İstanbul, 2013.