Türkiye halkının halihazırdaki parlamenter rejim yerine olağanüstü yetkilerle donatılmış “Türk tipi Başkanlık Sistemini” getirmeyi amaçlayan anayasa değişikliği paketini oylamasına günler kaldı.
Değişiklik Başkan’a yürütme ve bütçe üzerinde mutlak yetki tanımanın yanında, yargı erkini de pratikte kontrol etme imkanı tanıyor. Bu arada eskinin yasama erki meclisin gücünü de bir hayli kısıtlayarak, Başkan’ı kayda değer herhangi bir biçimde denetleme yetkisini ortadan kaldırıyor.
Sayısız ulusal ve uluslararası düşünce kuruluşu, hukukçu, anayasa uzmanı, siyaset bilimci ve yazar tarafından defalarca ifade edildiği üzere, referendumda oylanacak olan 'Cumhuriyet’in ilanından bu yana Türkiye siyasi tarihinde yapılmak istenen en radikal değişiklik’ ve bu paket ‘son on yıldır süregelen otoriterleşme dalgasının doruk noktasını oluşturuyor'.
Fakat tamamen pratik bir boyutta ele alındığında, 16 Nisan referandumuna niye gidildiği, oylamayla ne amaçlandığı hiç de o kadar açık değil.
Hem “evet” hem “hayır” kamplarının üstünde uzlaştığı tek bir nokta varsa o da referandumun Türkiye tarihindeki en önemli, en hayati dönüm noktası olduğu. Lakin 17 Nisan sabahı sonuç ne çıkarsa çıksın, pratikte pek de bir şey değişmeyeceği gözden kaçıyor.
Şayet sandıktan hükümetin, Cumhurbaşkanının ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yönetiminin, devletin ve muktedir tabakanın tüm maddi ve insani kaynaklarını kullanarak, muhalifliği açıktan ve zımni olarak cezalandırmak suretiyle dayattıkları “evet” sonucu çıkarsa, “yeni” rejim Recep Tayyip Erdoğan’ın resmen yemin edip Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olduğu 28 Ağustos 2014 gününden bu yana fiilen uygulamada olanla üç aşağı beş yukarı aynı olacak.
En azından o tarihten beri Erdoğan, teklif edilen anayasa değişikliğiyle “Türk tipi Başkanlık Sistemi” içerisinde kendisine bahşedilmesi planlanan tüm yetkileri, herhangi bir cezai sorumluluktan muaf bir biçimde zaten kullanmakta.
Kendi elleriyle üyelerini teker teker belirlediği Başbakan Binali Yıldırım’ın düşük profilli kabinesi üzerindeki mutlak otoritesi vasıtasıyla olağanüstü hal ilan ederek kanun hükmünde kararnameler yayınlamakta, silahlı kuvvetleri sınır içerisi ve ötesinde komuta etmekte, seçimleri yok sayıp meclisi feshetmekte ve hatta sıklıkla özel ve tüzel kişilere karşı devletin idari, yargı ve kolluk kuvvetlerini seferber ederek özel mülkiyete, temel haklara ve özgürlüklere sınırsızca ve sorumsuzca ket vurabilmekte.
“Hayır” oylarının kazandığını ve bir mucize sonucu Cumhurbaşkanı ve hükümetin bu sonucu kabul ettiğini düşünelim. Bu durumda yukarıda kısaca detaylandırılan, halihazırda içinde bulunduğumuz Erdoğan’ın mutlak muktedir olduğu tek adam rejiminin aynen devam etmeyeceğine dair hiç bir ibare yok.
Zaten Başbakan Yıldırım’ın sanki karar hakkı varmışcasına ‘referandum olması halinde, elbette kimseye OHAL şartlarında referandum yapıldı gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz’ demesinin aksine 16 Nisan günü olağanüstü hal altında oy kullanılacağı gerçeği, “hayır” oyları kazansa dahi 17 Nisan sabahının bir önceki günden çok da farklı olmayacağına delalet.
İşbu sebeple, muktedirin sözünün kanun olduğu, kuvvet ve iradesini sınırlayabilecek dişe dokunur organize bir muhalefetten, hukuksal ya da kurumsal bir organdan bahsedilemeyecek olağanüstü hal şartları altında Erdoğan’ın ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) referandum ısrarını anlamak pek de kolay değil.
Zira “en iyi ihtimalle”, referandum fiili duruma geriye dönük hukuki bir kılıf sağlayacak. Siyasi iktidarın güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi prensiplerle sınırlanmadan sonsuzca hükmedebildiği ve hükmettiği, var oluş amacı muktedirlerden hesap sormak ve onları kontrol etmek olan neredeyse tüm makam ve kuruluşların ceberrutlukla bastırıldığı ve/veya “yandaş” olmaya zorlandığı bir rejime hukuki kılıf uydurmaya ne gerek var ki?
Pratikte pek bir önemi olmasa da 16 Nisan referandumunun anlamı meselenin sembolik ve mekansal boyutunda yatıyor. Bu iki boyutun bir araya geldiği nokta da Erdoğan ve AKP’nin referandum ve “evet” için neden bu kadar bastırdığını açıklıyor.
Referandum herşeyden evvel sembolik bir eylem, çünkü Erdoğan ve AKP için fiili rejime “demokratik” meşruiyet kazandırmak gibi vazgeçilmez bir fonksiyon taşıyor.
Tabii ki demokrasiyi, genelde epey şüpheli, eşitsiz ve adaletsiz şartlar altında elde edilen sayısal çoğunluğa dayalı iktidarın kontrolsüz kullanımına indirgersek eğer. Fakat yine de unutmamak gerekir ki, 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana içinde bulunduğumuz demokratik hegamonyanın en belirleyici özelliklerinden birisi sembolik olması.
Yani iktidar sahiplerini demokrasinin usullerine tamamen göstermelik de olsa biçimsel bir saygı göstermeye, böylece demokratik fasatı korumaya zorlaması. Bir seçim göz göre göre hileli de olsa, yahut bir toplum açıkça despotlukla da idare edilse, “demokrasinin” bekaası için sistem demokratikmişcesine hareket etmek gerekiyor.
Bu demokratik hegamonya sebebiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi dünyadaki bir çok baskıcı rejim, demokrasi karşıtlığını şiar edinmiş olmalarına karşın kendilerini resmen “demokrat” olarak adlandırma zorunluluğunu hissediyor.
Robert Mugabe diktası altındaki Zimbabwe’de, Nursultan Nazarbayev’in Kazakistan’ında, Aleksandr Lukaşenko’nun Beyaz Rusya’sında ya da Aliyev hanedanlığındaki Azerbaycan’da tamamen düzmece olduğu gün gibi açık olmasına rağmen, yine aynı sebeple seçimlerin manasını ortadan kaldıran şartlar altında bir sembolik “demokrasi” ritüeli olarak düzenli seçimler gerçekleştiriliyor.
Bu bağlamda ele alındığında, Erdoğan rejiminin de bekaası için, demokratik fasatı korumak adına 16 Nisan referandumunun sağlayacağı minimum “demokratik” meşruiyete ne pahasına olursa olsun ihtiyacı olduğunu söylemek mümkün.
Yoksa şiddet kullanımı sorunlu iktidarın, görmek isteyen istemeyen tüm gözlerin önünde çırılçıplak ortada kalakalma ihtimali çok yüksek. Çünkü şayet “evet” sonucunda vücut bulan “milli iradeye” dayalı minimum sembolik demokratik meşruiyet sağlanamazsa, halihazırdaki rejim aynen ve hatta vites artırarak devam etse bile, ne muktedirlerin ne de onlara açık ya da gizli destek verenlerin artık Türkiye sanki bir demokrasiymişcesine davranmaya devam etme lüksü kalmayacak.
16 Nisan referandumu sembolik olduğu kadar Türkiye’deki siyasi alanı Erdoğan’ın şahsı üzerinden, Erdoğancılar ve Erdoğan karşıtları olarak iki homojen grup arasında bölen ve böylece çift kutuplu bir hegemonyayı tahkim eden mekansal da bir eylem.
Bu bağlamda referandum pratikte, çeşitli ekonomik, coğrafi, etnik ya da dini siyasi kimlik eksenleri üzerinden ortaya çıkan, farklı örgütlerce temsil edilen çoğulcu siyasi alanı, hoyratça tek bir “evet/hayır” eksenine indirgemek suretiyle toplumun tüm kesimlerini siyasi rengini Erdoğan üzerinden açık etmeye zorluyor.
Bunun en açık örneğini, Türkiye’nin ağırlıklı olarak sağa yatkın olan seçmen kitlesini kendine çekmekte AKP’nin yegane rakibi olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin yaşadığı yarılmada görmek mümkün. MHP lideri Devlet Bahçeli ve yönetimini parti örgütüne ve seçmenine “evet” tercihini dayatmaları sebebiyle Erdoğancılıkla suçlayan Meral Akşener, Sinan Oğan, Yusuf Halaçoğlu gibi milletvekilleri partiden ihraç edilmelerinin ardından, parti tabanını ikiye bölen yoğun bir “hayır” kampanyası sürdürmekteler.
Daha düşük düzeyde de olsa, referandum sürecinde Erdoğan’ın şahsı üzerinden ortaya çıkan benzer bir kutuplaşmaya Kürt hareketi içerisinde de rastlamak mümkün: ‘SAMER’in yaptığı araştırmaya göre "evet” ve "hayır” diyen Kürt seçmenlerin büyük bir bölümü kararını tek kişiye göre veriyor.’
Erdoğan şahsı üzerinden oluşturulan ve artık tepe noktasına varmış olan bu husumetin, çift kutupluluk halinin kendisinin, ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi Erdoğan’ın ve onun vesilesiyle AKP’nin siyasi bekaası için hayati önemde. İktidarın ilk yıllarında ara ara ortaya çıksa da, Erdoğan liderliğindeki hükümetin 2011 sonrasındaki bildiği tek siyaset bu.
Artık eskilerde kalmış olan, zamanında AKP hükümetinin seçmen kitlesini genişletmesine ve safları sıklaştırmasına imkan veren büyüme ve sosyal güvenceye dayalı ekonomi ve refah politikalarının, ortak bir aidiyet ve milli hamaset yaratan parlatılmış dış politika başarılarının yokluğunda, lider kültüne dayalı mutlak husumeti her fırsatta körükleyen, her siyasi çelişkiyi ölüm kalım meselesine çevirme iktidarın devamı için ortada kalan tek çıkar yol.
Bu yüzden 16 Nisan referandumunu yıllardır süren AKP iktidarının belki de en son silahı, Erdoğan’ı ateşlediği çaresiz bir eylem olarak görmek de mümkün.
En son olarak bir de şunu eklemek uygun düşebilir: 16 Nisan referandumu Erdoğan’ın siyasi narsisizminin, bütün gözlerin her daim üstünde olduğu ve toplumsal yaşamın odak noktasını oluşturduğu pozisyonunu ne pahasına olursa olsun korumaya çabalamasının en açık biçimde vücut bulmuş hali gibi.
Bütün bu kaos, gürültü patırtı ve şiddetin arasında gözden kaçsa da, son kertede Pazar günkü referandum bütün ülkeyi tek bir şahsi (ve açıkçası siyasi açıdan hiç de önemli olmayan) soruya cevap vermeye zorlamanın çok savurgan ve pervasız bir yolu: Erdoğan’ı seviyor musunuz? Bir ülkeyi on beş yıl boyunca tek başına yönetmiş bir liderin, bir zamanlar arşa değen özgüvenini bir nebze olsun tazeleyebilmek adına her vatandaştan, cebir şiddetle teker teker onay isteyecek duruma gelmesine şahit olmak bir yandan oldukça trajedik. (HG/BK)