Sevgili Şehbal Şenyurt Arınlı ayağının tozuyla Van'daki çekimlerini bitirip Muğla'daki milletvekili kampanyasını başlatmıştı.
Seçim kampanyasının hayhuyu ve önceliği, onun yaklaşık iki yıldır süren "Sulhname" belgeseli üzerine konuşmamızı engellemişti. Zaten "Sulhname" adı verilen bu belgeselin kurgu ve montajı da tamamlanamadığı için ertelemiştik.
Sonunda kampanya bitti. Her ne kadar kendisi milletvekili seçilemese de, onun da içinde yer aldığı Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu 36 milletvekili çıkardı. Seçim gerçekleştikten sonra İstanbul'a döndüğüm sırada da belgeselin ilk gösterimi yapıldı.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) "Sessizlik Bulutunu Dağıtma: Yerinden Edilmişlik Hikayeleri Barışçıl bir ulusal Diyalog Yaratmaya Doğru" başlıklı projesi çerçevesinde Van'da çekilen belgesel 5 Temmuz'da Ghetto İstanbul'da ilk kez gösterildi.
Yaklaşık 150 kişinin katıldığı ilk gösterimde hem belgesel ve sinema dünyasının önde gelen isimleri, hem "göç ve yerinden edilmişlik" konusuyla ilgilenen insanlar aktivistler, uzmanlar, akademisyenler, hem de bizler gibi sevgili Şehbal'in dostları, arkadaşları vardı.
Zorunlu göç ve maddi manevi mağduriyet
Belgesel 1984-1985'den itibaren bölgede yaşanan çatışma sürecinde, çatışmadan etkilenerek ya da korucu olmayı reddettiği için yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalan insanlar ve onların yaşadıkları mağduriyetlerle ilgiliydi.
Belgeselde anlatılan insanların sayısı yaklaşık 250 bin kişiye ulaşmış. Bu insanların her biri gerçek birer "zorunlu göç mağduru".
Onlar yaşadıkları bu "zorunlu göç"e bağlı olarak maruz kaldıkları sosyal ve ekonomik mağduriyetlerinin giderilmesi talebiyle önce AİHM'e gitmişler. AİHM başvurularını kabul etmiş, sonunda da mağduriyetlerinin karşılığı devletin tazminat ödemesine karar vermiş.
İlk örneklerden sonra bu tazminat başvurularının artması üzerine AB Türkiye'ye bu konuda "özel" bir yasa çıkarmayı önermiş.
2004 yılında çıkarılan 5233 sayılı "Terör veya Terörle Mücadeleden Kaynaklanan Zararların Karşılanması Hakkındaki Kanun"la devlet yasa kapsamı içine giren kişilere tazminat ödemeye başlamış.
Trajedi!
İnsanların zorunlu göç yüzünden yaşadıkları maddi manevi kayıpların neler olduğunun ortaya konulmasıyla başladı film.
Bir haberde ya da makalede okumaktan çok farklı ve çarpıcıydı izlediklerimiz. Yaşanan bu mağduriyetler birinci ağızdan dile getiriliyor, dile getirilenler ekranda gözler önüne seriliyordu.
Zorunlu göç'ün bir nedeni, inanılmaz güzellikteki bir coğrafyada "yalnız merkezlere uzak olmak" ya da hemen yanı başında "yükselen dağlar ve sık ormanların varlığı"ydı. Hemen her aileden birkaç kişinin de içlerinde yer aldığı "Dağdakiler" ise asıl çıkış noktası.
Devlet oralarda yaşayanları önce dağdakilere "yardım ya da yataklık" etmesinler diye evlerini, yurtlarını terk etmelerini istemişti. Bunu yapmayanlara ise orada kalıp devletin silahıyla onlara karşı mücadele etmeyi önermiş, bunu kabul etmeyenlere ise "göç" yolunu göstermişti. Resmi belgelerde "zorunlu göç" böyle görünmese de ekranda anlatılanlardan çıkarılanlar bunlardı
Neden ne olursa olsun onlar tüm aileleriyle birlikte, sahip olduklarının yalnızca "taşınabilir" olanları yanlarına almak kaydıyla, bir gecede, hatta birkaç saat içinde yüzyıllardır yaşadıkları doğal ortamlarından uzaklaştılar. Yaşamlarının kalanına damgasını vuracak "uzun bir yolculuğa" çıktılar.
Yola çıktıkları ilk anda geriye dönüp baktıklarında ise bıraktıklarının bir daha geriye dönülmeyecek, dönülse de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir hale getirildiğini gördüler. Artık onlar "yersiz yurtsuz" insanlar yaşadıkları ise büyük "trajedi"ydi.
Ekranda izlediğimiz o trajediyi bir an da olsa bizler de yaşadık, paylaştık. "Bu kadarı da olmaz" dediğimiz anlar çok oldu!
"Yasa ve yönetmelik"
Yasanın çıkması, uygulanması ve ortaya çıkardığı sonuçların da bu trajediyi gidermek bir yana daha da büyüttüğü ortaya çıkıyordu belgeselin devamında.
Çünkü yasada ve yasanın uygulanmasına yönelik çıkarılan yönetmelikteki kimi hükümler mağdurların yarısından çoğunun kapsam dışında kalmasına yol açtığını izliyorduk. Aile bireyleri dahil kayıpları ölçülemeyecek kadar çok olan, çok sayıda insan bir biçimde "dağdakiler ve eylemleriyle ilgili ve ilişkili" sayılarak, tazminattan mahrum kalıyorlardı.
Gelenekler, alışkanlıklar, inançların da bu kayıpları büyüttüğü ortaya konuluyordu. Örneğin yaşamın başka alanlarında olduğu gibi "kadınlar" bu konuda bir, beş, on kez daha mağdur oluyorlardı; resmi nikâhları, resmi soyadları ya da resmi belgeleri olmadığı veya "ibraz edemedikleri" için.
Belgeselde yasa çerçevesinde Van Valiliği bünyesinde oluşturulan komisyonda görev yapanların çalışmaları, düşünce ve değerlendirmelerine de yer verilmişti.
Komisyon üyeleri yapılan ödemelere ilişkin olarak vicdanlarının son derece rahat olduğunu ifade ediyorlardı. Komisyon başkanı olan Vali Muavini çok "hakça" davrandıklarını ve devletin zaten tüm mağduriyeti karşılamak gibi bir sorumluluğu olamayacağını belirtiyordu gülümseyerek.
Tüm süreci tamamlayıp da bir "tazminat" alabilme hakkına kavuşan aileler kendilerine verilen ortalama 4-5 bin liralık ödemenin değil mağduriyeti tam karşılamak, yeni bir yerleşik yaşamı kurmaya, hatta eskiden sahip olunandan kalanları onararak içinde yaşamaya olanak tanımadığını ortaya koyuyorlardı.
Ancak yasa gereği bu miktarları kabul eden ailelerin sonradan itiraz etme hakları da olamıyor, zorunluluk nedeniyle kabul edilen bu miktarlar, başkalarının tazminatları belirlenirken bir "ölçek" oluşturuyor, zorunlu kabulden kaynaklanan bu ölçüler yeni mağduriyetlere neden oluyor.
Unutulmayan kayıplar
"150 yıllık ceviz ağacımız vardı" (şimdi dikili bir otumuz yok), "yüzlerce koyunumuz vardı" (şimdi ise et bile yiyemiyoruz) diyen ve demek isteyen mağdurlar mağduriyetin gerçek boyutlarını gözler önüne seriyordu belgesel boyunca.
Yıllarca bu konuda çalışan bir avukatın "isyanı"nı da belgeselde izlemek mümkündü.
Onun "manevi kayıplar" konusundaki vurgularından çok daha önemlisi ise bu süreç içinde insanların doğal faaliyetleri ile elde edecekleri kazancın hiç hesaba katılmadığından haberdar olmaktı. Geçen on yıllar boyunca devlete göre sanki zaman donmuştu!
Yaşanan travmanın duygusal anlamdaki karşılıkları, ya da göç sonucu ortaya çıkan sağlık sorunları ve benzer diğer kayıplar ise hiç gündeme alınmamıştı.
Bunlardan birisinde bir genç kadın şöyle söylüyordu: "Kırmızı kamyonlara bindirilip gönderildik. Halen kırmızı kamyonlardan nefret ediyorum."
O genç kadın bölgede 1984-1985 ile başlayan şiddet olayları neticesinde göç ettirilen Van'lı bir ailenin ferdiydi. Onun bu sözler daha önce yapılan "Kara vagon" belgeselinde geçen "1938'lerde kara vagonlara bindirip gönderdiler" diyen Dersim'li bir ailenin ruh haline anımsattı, iki filmi de izleyenlere.
Bu anımsama ise aslında bir başka gerçeğin de ifadesi: "Bu devlet 1937-38'den, hatta onun çok daha öncesinden 1915'den bugüne kadar her türlü 'hak arayışları' karşısında hep aynı yanıtı veriyor."
Belki de bu gerçeği görmekle işe başlamak mümkün.
Kuşkusuz "Sulhname" aynı zamanda barışa giden süreçte önemli bir adım olabilecek bir imkânın nasıl hesapsız tüketildiğini de anlatan öğretici bir belgesel olarak akıllarda kalacak. .
Tüm bunlar TESEV'in bir projesiyle başlayan ama dünyaya ve dünyada olanlara dair başka bir yerlerden bakışın bir örneğini yaratmasıyla da yarınlara kalacak bir iz niteliğinde.
Belgeselin yönetmeni sevgili Şehbal Şenyurt'u, kameramanlığı yanında kurgu ve montajını da üstlenen sevgili Mustafa Varlık'ı ve emeği geçen onlarca insanın bu çabalarından dolayı defalarca kutlamamız gerekiyor.
Ancak onun için asıl kutlamanın da bu belgesel filmin daha yaygın biçimde bilinmesi, izlenmesi ve değerlendirilmesi olacağını biliyorum.
Bu yalnız göç mağdurlarının haklarına kavuşması açısından değil, ama bu sürece dair yüzleşmenin sağlanması bakımından da yararlı olacak.
Son söz:
O tek başına bu ülkenin "varlarını ve yoklarını" sergilemeyi sürdürüyor. Unutmamamız için! (MS/NV)