"27 Mayıs 1995 - 13 Mart 1999 tarihleri arasında 200 hafta her cumartesi Galatasaray'dan kamu vicdanına seslenen Cumartesi Anneleri, Ergenekon davası kapsamında yargılanan bazı isimlerin gözaltında kaybedilmelerle yakın alakası olması nedeniyle 31 Ocak 2009 cumartesi günü yeniden başladıkları Galatasaray'da oturma eylemlerinde bu hafta 300. kez bir araya gelecek."
Yaşamı, insanı, özellikle de "insan haklarını" ilgilen pek çok alanda çalışmalarını sürdüren "Aktivist Mehmet Atak"ın yukarıdaki sözlerle başlayan mesajını okuduğumda ben de bir yıldır yapmakta olduğum BİA Etkinlik Rehberi'nde düzenli yer aldığı için 300. kez buluşacaklarını bildiğim "Cumartesi Anneleri"yle ilgili bir "biamag" yazısı yazmaya zaten çoktan karar vermiştim. Aklın yolu bir ama Atak'ın duyarlı mesajı, verdiğim kararı, bir anlamda beni destekledi ve güçlendirdi.
Hafta içinde 22 Aralıkta yine bianet'te Barbaros Sayılgan da aynı konuda bir yazı yazmış olsa da, hatta muhtemelen bugün medyada konunun çok yoğun işleneceğini bilsem de bu yazıyı yazmak gerekiyor.
Bunun iki nedeni var: İlki tarihe not düşmek!
İkincisi de daha önce üstlendiğim bir sorumluluk: 1996-98 döneminde İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesiydim ve odanın her yıl verdiği "Dt. Sevinç Özgüner Barış, Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülü"nün seçici kurul üyeliği ve sözcülüğünü üstlenmiştim. Ödülün seçici kurulu o yılki ödülün "Cumartesi Anneleri"ne verilmesine karar vermişti.
16 Mart 1996'da, Cumartesi Anneleri'nin buluşmalarının 44'üncüsünde İstanbul Tabip Odası adına, o yılın "Dt.Sevinç Özgüner, Barış, Demokrasi, İnsan Hakları Ödülü"nü birçok hekimin de katılımıyla Baba Ocak'a verirken okuduğum gerekçede yer alan "katledilmiş ama bulunamadığı için adına şimdilik 'kayıp' denilen insanlarımız için, en başta anaları olmak üzere duyarlı kesimler kayıptan doğan bu 'ayıp'ı ortaya koymak için, yağmurda, karda, soğukta olmalarına karşın, içleri yanarken inançla, güvenle, onurla direndiklerini" vurgulayan sözlerin arkasında durmak bir zorunluluk.
Bu yalnızca kişisel değil, aynı zamanda kurumsal bir zorunluluk da!.
Duyurmamak ya da duyurulmasını engellemek
Mehmet Atak mektubunda "İnsan hakları temelli gazetecilik/habercilik anlayışının eksikliğini derinden hissettiğimiz bu günlerde kayıp yakınları seslerini duyurmakta ciddi zorluklar ve önyargılı engellemelerle karşı karşıya kalıyorlar. Sesleri duyulmaz, kendileri görünmez kılınmak istenen kayıp yakınlarının sesinin kamuoyuna ulaşmasına katkı sağlamak isterseniz..." diyordu.
Eğer dikkât edilirse bu ibarede Cumartesi Annelerini bir araya getiren "insan hakları ihlâlleri"nden öte başka bir gerçek, başka bir "hak ihlâli"nden daha söz ediliyor: "Kayıp yakınlarının seslerinin duyulmasının engellenmesi"
Bu "hak ihlâli"nin de açıkça ortaya konulması ve buna yol açanların sergilenmesi gerekiyor.
1996'da Sevinç Özgüner Ödülü'nü verirken de benzer durumun söz konusu olduğunu anımsatmak "kayıpların hâlâ bulunamamış olması"nın ötesinde insanın içini acıtıyor.
Demokrasi ve adalet konusundaki "olumlu" değişime dair "kanıların ve sanıların" tersini yaşıyoruz: Dün de bugün de "Cumartesi Anneleri" sürekli olarak engelleniyor, en azından seslerinin daha az çıkması ve duyulmaması isteniyor.
O dönemde cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişinin sonradan söylediği "Ne diyecektim? Devlet, adam öldürür' mü diyecektim. Bugün de devletin öldürdüğü ispatlanmış değil. Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür, diğeri cinayettir" şeklindeki sözleri "devletin resmi politikası"ydı.
Bunu yaklaşık iki buçuk yıl kadar sonra yine İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu tarafından İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı ve Sağlık Bakanlığı'na yollanan 21.9.1998 tarihli mektuba ilişkin yapılan basın açıklamasında dile getirilen aynı kaygıların giderek büyüyerek sürdüğü dile getirilmesinden de anlıyoruz.
Tabip Odası'nın o dönemdeki YK'nun yaptığı basın açıklamasında şu sözler yer alıyor:
"Üç yıldır kaybolan yakınlarının izlerini bulmak amacıyla etkinlik gösteren ve kamuoyunda 'Cumartesi Anneleri' olarak bilinen yurttaşlarımızın acılarının son bulmasını istiyoruz. 1998 Türkiye'sinde kayıp yakınlarının çığlıklarına duyarlı meslek gruplarından biri de doğal olarak hekimlerdir. İnsanların acılarını dindirmek için uğraş veren hekimler, her hafta en zor iklim koşullarında ve baskı altında bile arayışlarını sürdüren annelerin çilelerinin son bulmasını istemektedir. Tersine, son zamanlarda kayıp yakınları üzerindeki baskıların artması üzüntü ve endişe yaratmaktadır. Hükümet yetkililerini; ülkemizin bu ayıbını ortadan kaldırmak için ciddi girişimlerde bulunmaya ve biz hekimlerle birlikte kamuoyu vicdanını tatmin edecek açıklamalar yapmaya davet ediyoruz."
Bugün de yine aynı durumdan söz ediliyor ve Mehmet Atak herkesin paylaştığı düşünceleri bunu bir kez daha ifade ediyor.
Geçen 15 yılda, üstelik gözaltında kayıplara yol açanların bir bölümü yargılanırken aynı durumun söz konusu olması, devletin bu konudaki "suskunluğunu koruması" dahası kayıpların ortaya konulmasına dair yeterli çabada bulunmaması bakış açısının geçerliliğini koruduğunu gösteriyor.
Hak temelli yaklaşım
Oysa o mektupta da denildiği gibi sağlıklı bir toplum için temel koşulların başında can güvenliği ve adaletin sağlanması gelir. Bunun sorumlusu ve yükümlüleri ise halka hizmetle yükümlü hükümetler ve onun organlarıdır. Onlar yurttaşların yaşama haklarına zamanın cumhurbaşkanının söylediğini tersine hiçbir biçimde dokunmadıkları gibi, kimsenin dokunmasına da izin vermemekle yükümlüdürler.
Günümüzde geçerli olan "hak temelli yaklaşım" yine aynı kurumlara ve yapılara bu hakların gereğini yerine getirerek "vatandaşın can güvenliğini" sağlamak, bunu ortadan kaldıranların ya da tehdit edenlerin de gereken hukuki yaptırımlarla karşılaşmalarını sağlamaktır.
Kuşkusuz sivil toplumun ve özellikle de medyanın görevi de aynı biçimde tüm bu "hak ihlâlleri"ni ortaya koymak ve görünür kılmaktır. Devletin organ ve kurumları yine bunun da hiçbir biçimde engellenmemesi ve özgürce gerçekleşmesinin sağlanması için gerekenleri yerine getirmelidir. Hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin gerçekten varolduğu ülke olmanın ölçütü de aslında budur.
Temel haklarla ilgili uluslar arası sözleşme ve anlaşmaları bir iç hukuk düzenlemesi olarak kabul eden bir yönetimin başka türlü davranması da mümkün değildir ve olmamalıdır.
Arjantin'de "Plaza de Mayo" anneleri verdikleri uzun soluklu mücadele ile çocuklarının yakınlarının kaybolmasından sorumlu olanları "bağımsız yargının önüne çıkarabildiler.
Bunu "Cumartesi anneleri"nin de günün birinde başaracağına inanıyorum.
O kayıpların anneleri, babaları, kardeşleri, çocukları, eşleri, sevgilileri en azından yitirdikleri yakınlarının başında ağlayabilecekleri, onları anabilecekleri "mezarları"nın belli olmasını ve bu kayıplara yol açanlardan "hukukun hesap sorması"nı istiyorlar. Tüm mesele bunun hemen olması. Bunu sağlayacak olan ise onların seslerinin çoğalması ve duyulması.
Dolayısıyla demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve adalete olan inancı ve güvenci yitmemiş aklı, yüreği, cesareti olan insanların ve o insanların içinde bulunduğu her türden sivil örgüt ve yapıların çoğalması gerekiyor.
300. buluşmada Galatasaray Meydanı'nda buluşanlardan birisi olmak bunun ilk adımı olabilir.(MS/BB)