"Gericiliği toplumun bütün dokularına bulaştırmış olması," diyorum: " Sadece reaksiyonerlik, tepkicilik anlamında değil 'obskürantizm' anlamında da, yani cahilliğin, bilgisizliğin, iyi bir şey olduğunun kabullenilmesi, vasıfsızlığın erdem gibi görülmesi anlamında... Hala onun içinde sürükleniyoruz."
78'liler Vakfı Girişimi'nin düzenlediği sempozyuma giriyorum ardından. TV muhabirlerinin işleri çok. İçerde çekim yapmayacaklarmış...
12 Eylül 1980'in bugüne izdüşümü benim dediğim gibi olsa da dönemin ruhunu somut, kanlı canlı ifadelerle yansıtma şerefi iki "vasat" insana ait aslında: Halit Narin ve Rauf Tamer.
12 Eylül MGK bildirisinin dolambaçlı devletlû diskurunu basit, çıplak ve somut sözcüklerle özetleyerek her şeyi, herkes için kavranır hale getirenler onlardı.
İşveren Sendikaları Konfederasyonu'nun başı olan Halit Narin "cunta" çalışma yasalarını budamaya başladığında şöyle demişti:
"20 yıldır biz ağladık işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde..."
İşte 12 Eylül rejiminin "sınıf esasına" dayalı ilk analizi!
Aynı günlerin "star" gazetecisi, gericiliğin cephe gazetesi Tercüman'ın başyazarı Rauf Tamer ise anlamayana kavratmak için "cunta"nın hegemonya stratejisini şu satırlarla ifade ediyordu: "Eğer bir kuşağı çekip alabilirsek bütün hedeflerimize ulaşmış olacağız."
Öğrencileri, üniversitenin bir kuşağını kastediyordu Tamer. Geleceğin aydınları öğrenciler ve o günün aydınları öğretim üyelerini üniversiteyi budayarak bir arada biçen 12 Eylül kılıcı çok esaslı bir sonuç yarattı. Türkiye'nin "başını kesti". 12 Eylül olmaksızın belki de bu sonucu almak, düzen için hiç mümkün olmayabilirdi.
YÖK, onunla birlikte üniversiteye yerleşen milli güvenlik anlayışı, muhalif aydınların tasfiyesi üniversiteyi sürekli olarak diktatörlük için onay üreten bir kurum haline getirirken, üniversiteden dışlanan aydınların sermayece devralınmasının muhalefet için fiziki şiddetten de yıkıcı bir etki doğurmuş olduğunu bugün daha iyi görebiliyoruz.
12 Eylül stratejik darbesini işçi hareketine vurup, işçileri fabrikaya döndürerek, öte yandan da işçileri fabrikadan dışarı, sokağa, bütün yurttaşların ortak etkileşim alanına çıkartacak olan entelektüel kapasiteyi dağıtarak Türkiye'nin toplumsal-kültürel geleceğini öylesine ağır bir biçimde tahrip etti ki, sermaye sahiplerine bile sonunda işlerini görecek kadroları yetiştirmek için kendi üniversitelerini kurmaktan başka çıkar yol kalmadı.
"Tarihin istihzası" eğer Koç, Sabancı, Kadir Has üniversitelerinin en kıymetli kürsülerini 12 Eylül'ün mağdurlarına emanet emek zorunda kalmış olmaları değilse, başka hiçbir şey "tarihin istihzası" değildir herhalde.
25 Yıl sonra gelen tanıklıklar
Bilgi Üniversitesi'nin konferans salonundaki "tanıklıklar" oturumunda söz alan üniversite öğrencisi Koray Güvercin "çok korktuk" diyor. 1 yaşındaymış darbe olduğunda. "Çocuk korkar mı..? Korkak çocuk olur mu? Ama çok korktuk çok korkutulduk... Hala geçmedi..."
Dinleyiciler arasından itirazlar yükseliyor... Ama sert ve azarlayıcı değil... "Gene de" diyorlar "1989'da bir gençlik hareketi vardı... Bakın hem kampanya sırasında açtığımız masadan sempozyumu duyup gelen gençler de var aramızda..."
100 çift gözün bakışı gençleri çabucak buluyor boş sıralar arasından. Gerçekten sevimli mi sevimli ve bir o kadar mahcup iki genç kızın yanakları kızarıyor.
"İyi de" diyor Koray, "Avcılar kampüsünde 15 bin öğrenci var. Ama 'parasız eğitim' için mücadele çağrısına 100 kişi geliyor."
Koray'ın kötümserliği, milli güvenlik devletinin itaatkâr uyruklarının itaatkarlıktan vazgeçeceğine dair bir belirti görmediğinden. Yoksa hala "başka bir dünya mümkün" diye düşünmeye ve mücadeleye devam ediyor.
12 Eylül ve sonrası: "Silahsız Kuvvetler" dönemi
Özgürlük ve güvenlik, "ticaret bugünkü gibi olsun ama benim ticaretim daha iyi olsun, ziraat bugünkü gibi olsun ama ben de ürünümün karşılığını alayım," diyen, yani köklü değişiklikler talep etmeyen, varolan sistem çerçevesinde hayatını idame ettirmekten başka bir derdi, başka bir perspektifi olmayan çok büyük bir kesimin sürekli karşı karşıya kaldığı bir ikilem
Kriz dönemlerinde mülkiyet özgürlüğü ve yaşama özgürlüğü tehdit altında görünürken, çubuk güvenliğe bükülüyor. Bir dizi manipülasyon mekanizmasıyla "güvenlik" en büyük toplumsal ihtiyaç haline getirildiğinde "cuntacılar" da, yüzeysel bakıldığında sonuçta "haklı olarak" şöyle söylüyor:
"Halkın istediğini yaptık... Bizi halk çağırdı... Milletin davetinin gereğini yerine getirdik..."
Hakikaten o sıralarda millet de "Yok mu bizi kurtaracak?" demektedir! Hiç değilse halkın bir kesimi "bekçi devlet"in geri dönüşüne destek veriyor.
12 Eylül'ün belki de Türkiye'nin darbeler tarihine getirdiği en önemli yenilik "sürekli darbe" halinde bir toplum-devlet ilişkisini yerleştirmiş ve eski terimlerle bir "darbe ihtiyacı" belirdiğinde bunun "silahsız kuvvetler" eliyle gerçekleştirilir kılmış olması. 28 Şubat 1997 bu sürecin ilk parlak örneğiydi.
Gerçi asker oldukça askeri darbe ihtimali bitmez. Ama 12 Eylül'ün bugün daha çok 40 yaş ve üzerindekilerin kuvvetle hissettiği travmatik etkisi bu olasılılığı iyice azaltıyor: "12 Eylül öncesine ve 12 Eylül'e geri dönme ürküntüsü", olarak özetleyebileceğimiz bu sendrom sosyal çelişkilerin, sosyal çatışmaların mantıki sonuçlarına vardırılmasından kaçınmak olarak açığa çıkıyor.
"Silahsız kuvvetler"in darbesi bu zihniyet dünyası içinde meşrulaşıyor. "12 Eylülle hesaplaşma" gibi son derece sert imaları olan bir adım da bu iklim içinde sıradan bir jeste dönüşüyor:
Sendikacılar basın toplantısında "12 Eylül'e Af Yok!" pankartlarını havaya kaldırıp resim çektiriyorlar. Ama pankartlarını "hesap sorma mitingi"ne götürmeyeceklerini açıklıyorlar. İstanbul Valisi onların "mitinge katılmama" gerekçelerini bir gün sonra "mitingi erteleme" gerekçesi olarak alıntılıyor...
İnsanlar Koray'ın dediği kadar "korksalar" da kendilerini korkutandan "hesap sorma" arzusu hiç solmazdı içlerinde herhalde.
Ama korkmaları akılsız oldukları anlamına gelmiyor: Ne onlar ne de onları korkutanlar jestlere metelik veriyor... (EK/AD)