1980 yılıydı. Sanırım 12 Eylül darbesinden üç ay kadar önce Adana devlet hastanesinin mahkum koğuşunda yara bere içinde yatıyordum. Tuvalete zorlukla gidiyor, yemek yemekte zorlanıyordum. Hastanenin bahçesinde, yalıtılmış bir bölgede bir grup jandarmanın nöbet beklediği bu özel bölüme hemşireler günde bir kez uğrar, çoğu adli suçtan mahkûm olan hastalarla fazla ilgilenmezlerdi. Değil mahkûmlar, o dönemde devlet hastanesine yolu düşen hastaların, eğer bir tanıdıkları, torpilleri, rüşvet-bahşiş verecek paraları yoksa ne doktorlar ne hemşireler yüzlerine bakardı.
Velhasıl zor günler geçiriyordum. Gerçi işkenceden sağ kurtulmuş olmanın, gözümü açtığımda kendimi işkencehane yerine hastanede bulmanın verdiği sevinç ve zafer duygusu da vardı. Bir gözüm kapalı, ayaklarım yaralı, bir kolum kırık, üstüm başım kan içindeydi. Ayakkabılarım yoktu. Falaka odasında kalmış olmalıydı.
Yakalandıktan kaç gün ve kaçıncı bayılmamdan sonra kendimi hastanede bulmuştum anımsamıyorum.
Sonuç itibariyle tesadüfen hayatta kalmış, yavaş yavaş konuşmaya, koğuştaki mahkûmları tanımaya başlamıştım. İçlerinde cezaevinden çıktıktan sonra arkadaş olacağım, adını bu nedenle hâlâ anımsadığım bir kuyumcu vardı. Karısını öldüren emekli bir hakim ve şalvarla dolaştığı için köylü sandığımız, ziyaretçisi, parası pulu olmayan bir amca ile bir çuval esrarla yakalanan beş yıldır Türkiye cezaevlerinde sürünen ve mahkumlardan Türkçe öğrenen Amerikalı Roberto.
“Eğer ben bu bir çuval esrarı Amerika’da yakalatsaydım en fazla altı ay yatar çıkardım” diyordu, Roberto. “Valla billa her gün içiyorduk. Amacımız satmak değildi ki” diye ekliyordu. Bir kadın dört Amerikalı bu suçtan beş yıldır Türkiye’de cezaevlerindeydiler. Onlarla yazışırdı Roberto. Tartışmalarımıza genellikle katılmaz kitap okurdu.
Günübirlik veya iki günlüğüne de gelip giden oluyordu ama onları tam olarak anımsamıyorum. İki de deli vardı. Deliler dediklerimiz de tuhaf davranışları olan iki garipti. Birisi gece uyanır “şırdan dolması” diye bağırır geri yatardı. Diğeri olmadık saatte yatağın üzerine çıkar sıçramaya başlardı. Yatağın üzerinde sıçrayan deli, bir gece hepimiz uyurken koğuştaki çekmecelerimizden bütün ağrı kesicileri toplayıp içmişti, kafa yapsın diye. Sabah ağzından köpükler gelmeye başlayınca olayı anlamış, jandarmalarla haber yollamıştık. Midesinin yıkanması gerekiyordu. Bir hemşire ile bir hastabakıcı gelmiş bakmış, tamam doktor gelecek diye gitmişlerdi. Tam üç saat can çekişmişti adam önümüzde. Öfkeden deliye dönmüş bağırıp çağırmaya başlamıştık da ancak ondan sonra gelip götürmüşlerdi adamcağızı.
Geri gelmemişti delimiz. Ölmüştü.
Mahkûmlar ya apandisit ameliyatı ya safra kesesi ya da başka bir ameliyat olmak üzere cezaevinden getirilmişlerdi. Emekli hakim hemoroitten ameliyat olmuştu. Ona çok gülerdik. Pansuman için adamcağız at gibi dört ayağı üzerinde durur ve acıyla bağırırdı. “Yavaş yavaş sok, acıttın” falan diye. Anlardı o da kendisine güldüğümüzü. Kendine gelince “Ah hâlâ hâkim olsaydım da sizi idama mahkum etseydim saygısız çocuklar” diye şaka yapmaya çalışırdı.
Kuyumcu Nebil rüşvetle taburcu olmayı geciktiriyordu. Malum hastanenin mahkûm koğuşu, cezaevine göre özgürlük sayılıyordu. Günde bir kez de olsa bayan hemşireler geliyordu. Ziyaret serbestti. Tabi demirli pencere kenarından. Benim kolonyalarla ara sıra kokteyl yapılıyor, kafa çekiliyordu. Gariban bir de hastabakıcımız vardı. O günde iki kez gelir, sidik ördeklerini döker, temizlik yapardı. İlk günler yataktan kalkamadığım için tuvaleti ördeğe yapmak ne kadar zül gelmişti bana anlatamam. İlk acemilikle ördeği yatağa dökmüştüm. Sidikli çarşafı da bir hafta sonra değiştirmişlerdi. Tabi işemenin dışında tuvalete çıkamıyordum. Tam on gün şiş karınla yemeğe devam etmiştim. Sonra lavman yapmışlardı bana.
Roberto, “Bir insana böyle işkence yapılır mı? Aklım almıyor” diyor ve konuşacak bir adam bulmanın sevinciyle benimle muhabbet ediyordu. Benim dışımda mürekkep yalamış tek mahkum olan hakim pek fazla konuşmaz ve Roberto’ya yüz vermezdi. Diğer mahkûmlar onunla “parlak turist” diye dalga geçerler, hemşireler ise Amerikalı olduğu için ilgi gösterir, Türkçe konuşmasını duymak isterlerdi. Ama o hemşirelerle Türkçe konuşmaya çekinir onları sadece “evet” ya da “hayır” diye yanıtlardı. Neden konuşmuyorsun hemşirelerle diye sormuştum Roberto’ya. Verdiği yanıt çok ilginç ve zarifti. “Ben” demişti “bilmiyor. Bir hanımla hapishane Türkçesiyle konuşulur mu?”
Aynı Roberto ile hastaneden çıktıktan bir süre sonra, Adana cezaevinde hücreye atıldığımda karşılaşmıştım. Bizim hücrelerin kapısı kapalıydı. Penceresiz bir odacık. İki yatak ve ortada bir delik. Yani tuvalet deliği. Roberto ise gönüllü olarak, kafa dinlemek için ışık gören tek hücrede kalıyordu. Hücresinin kapısı açıktı. Benim geldiğimi öğrenince bir gardiyanla yanıma uğradı, halimi hatırımı sordu. Sonra bana boş bir konserve kutusu verdi. ABD konsolosluğundan ona konserve yiyecek, içecek ve giysi getirdiklerini hastanenin mahkûm koğuşunda da görmüştüm. “Ne olacak bu boş kutu Roberto” diye sordum. Roberto. “Su dolduracaksın ve yüznumaranın deliğini tıkayacaksın” dedi. “Yoksa gece sen uyurken cardınlar çıkar, burnunu, kulaklarını yer.” Roberto bana göre tecrübeli mahkûmdu. Ona da minnettarım. Burnumu ve kulağımı kurtardığı için.
Hücrede yalnızlığım çok uzun sürmemişti, bombadan bir bacağını kaybeden, hastaneden taburcu edilmeden tutuklanan ve cezaevi girişinde saçlarını kestirmemek için direnen Hayrettin’i atmışlardı yanıma. İkinci yatak da dolmuşu.
Neyse geri hastanenin mahkûm koğuşuna döneyim. Jandarmalar da her gün değişiyordu. Kimisi bizimle muhabbet etmek istiyor, kimisi de bana tehlikeli terörist muamelesi yapıyordu. İçlerindeki tek sol siyasinin ben olduğumu öğrenmişlerdi. Çoğu apolitikti. Sola sempatisi olanlar hemen belli oluyordu. Karslı jandarma (adı Aydemir diye hatırlıyorum) çok açıktan bana moral verirdi. Bir gün olağanüstü diyebileceğim bir jest yaptı. Hani biz jandarmayla karşı karşıya gelince hemen “jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana” diye başlayan bir marş söylerdik. Aydemir sakin bir zamanda (benim yatağım pencere kenarındaydı) kulağıma eğilmiş ve bana bu marşı söylemişti. Ne kadar mutlu olmuştum anlatamam.
Sanırım bir hafta kadar sonra yoldaşlarım ve babam izimi bulup ziyaretime gelmeye başlamışlar ben de bitlenmek üzereyken temiz giysilere kavuşmuştum. Ama yataktan kalkmam zor olduğu için yıkanamıyordum. Özellikle ayaklarım kan, kir ve irin içindeydi. Hapishanede siyasi koğuşta olsaydım yoldaşlarım buradan daha iyi bakarlardı bana. Ne yazık ki hastanenin mahkûm koğuşunda benden başka sol siyasi yoktu. Velhasıl yıkanma şansım da olmadı. Hastabakıcı veya hemşireler beni en azından görev gereği temizlemeyi teklif bile etmiyorlardı. Doğrusu onlardan böyle bir talepte bulunmak benim de aklıma gelmiyordu. Durumuma tevekkülle katlanmanın, baş eğmemekle eşdeğer yani devrimci tavır olduğunu düşünüyordum.
Ne yazık adını bu unuttuğum az konuşan yaşlı köylü amca, tanışmamızdan, kim olduğumu ve ne için orada olduğumu öğrendikten bir süre sonra, bu gün bile anımsayınca gözlerimi yaşartan ve anlatmakta her zaman zorlandığım bir teklifte bulundu:
“Oğlum yanlış anlama ve beni kırma, ben senin ayaklarını yıkamak istiyorum. Sen doğrulamıyorsun. Daha uzun zaman yıkanamazsın.”
Ve benim reddetmeme rağmen ısrar etti köylü amca. Plastik bir leğende, sabunla ayaklarımı yıkadı. Annemden yani çocukluktan sonra ilk ayağımı yıkayan insan o olmuştu.
O gece kimseye göstermeden ağlamıştım. Malum erkekler ağlamazdı. Hele hele devrimciler.
Mahkûm koğuşunda ne kadar kaldım anımsamıyorum. Sonra taburcu olup Adana kapalı cezaevine sevk edildim. Koşullar çok zordu. Elli kişilik koğuşta doksan kişi kalıyorduk. Hava sıcaktı. Adana yazı hele hele cezaevinde çekilmiyordu. Uyuyamıyorduk. O kötü kauçuk yataklarda yatmak apayrı bir işkenceydi. Duş almadan uyumak mümkün değildi. Bir hortumdan serçe parmağım kalınlığında su akıyor ve biz duş almak için sıraya giriyorduk. Gece ikide üçte sıra bana gelir, acele duş alır ve yeniden terlemeye başlamadan uykuya dalardım. Ah o kötü kauçuk yataklar nasıl da yakardı bizi.
Günün birinde öğle sıcağında koğuşu arama bahanesiyle bizi avluya çıkarmış, yere yüzükoyun yatırmışlardı. Sıcaktan ve susuzluktan dilimiz bir karış dışarıda, saatlerce o vaziyette bekletilmiştik. İçeriye alındığımızda avlu terden göl olmuştu. Bu tür baskınlar giderek artmaya başlamıştı. Bu baskınlarda eşyalarımız talan edilir, mektuplarımız, fotoğraflarımız yırtılır, sıra dayağından geçirilirdik. Günlerce sonra bir eşyam yan ranzada, başka bir tutsağın eşyaları arasında çıkardı. Benim eşyalarım arasında da onların bir fotoğrafı, mektubu veya iç çamaşırı. Özel hayat yoktu. Her şeyimiz açıktı. Buna rağmen firar için yollar arar, kaşıkla tünel kazardık.
Ve ben 12 Eylül darbesinden çok kısa bir süre önce, bir grup yoldaşımla birlikte cezaevinden firar ettim.
Keşke 12 Eylül darbesinden, her tarafta aranıyor afişlerinde adım ve fotoğrafım yayınlandıktan sonra arkadaşların çağrısı üzerine yurt dışına çıkmak zorunda kalmasaydım. Karslı jandarma Aydemir’i ve özellikle o köylü amcayı gidip bulsaydım. Aydemire teşekkür edip köylü amcanın elini öpseydim. Ona yemek yapsaydım. Gezdirseydim.
Çok uzun zaman geçti aradan. Neden yazdım bunları çeyrek asır sonra? Geçen gece yine rüyamda gördüm köylü amcayı da ondan. Ayaklarımı yıkıyordu. “Sen de benim çocuğum sayılırsın” diyerek. İnanmayacaksınız ama öyle. 12 Eylül mezalimi sadece beni değil, yüz binlerce insanı sağ kalsalar bile bir ömür karabasanlarla yaşamaya mahkûm etmişti. Unuttuğumuzu sandığımız anılar, yırttığımızı sandığımız yaşamışımızın o kara sayfaları beklemediğimiz bir anda düşlerimize saldırıyordu.
Bunun terapisi, tedavisi yoktu. ‘12 Eylül’le hesaplaşılmadığı, darbeciler ve cellâtları yargılanmadığı sürece bu yara kanamaya devam edecekti.
Karslı Aydemir benim yaşlardaydı. Hayattadır. Teşekkürümü duyar inşallah. Ama daha o zamanlar orta yaşın üst sınırlarında olan ‘köylü amca’ şimdi yaşamıyordur.
Ruhu şen olsun...
* Fotoğraf, 1980 yılında yaralı ve prangalı olarak yattığım hastane odasında babam Süleyman Okay 'ın ziyareti esnasında çekilmişti. elbette fotoğraf çekilmek de yasaktı. bunun için rüşvet verildiğini çok sonra öğrendim.