Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) verdiği kararla, 12 Eylül darbecileri hakkında iddianame hazırladığı için yargılanan, cezalandırılan ve meslekten ihraç edilen dönemin Adana Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu’nun başvurusunu sonuca bağladı.
Fransızca yayınlanan karar gerekçesinde, Kayasu’nun ‘ifade özgürlüğü’nün ve ‘etkili başvuru hakkı’nın ihlal edildiği sonucuna varan Mahkeme, Türkiye’nin davacıya toplamda 41 bin Avro tazminat ödemesi gerektiğine de hükmetti.
Böylece, “hassas noktalara” dokunma cesaretini gösteren savcıların korunması yönünde önemli bir adım atılmış olduğu gibi, Türkiye’nin kronik sorunu haline gelen “darbecilerin yargılamadan muaf olma”larının önlenmesi yolunda da önemli bir aşama katedilmiş oldu.
AİHM: Darbecilerin yargılanmasını istemek doğal ve demokratik bir talep
Kayasu, AİHM önünde de ulusal organlar önündeki savunmasını tekrarlamış ve darbecilere karşı dava açma girişiminde bulunmasının ‘yurttaşlık sorumluluğu’ ve ‘hukuka saygı gösteren bir kişilik özelliğiyle’ ilgili olduğunu savunmuştu (par. 94).
Zira Kayasu’ya göre, “kamu yararına uygun bir tartışma ancak bu tür bir prosedürle [yani yargı prosedürüyle-ECG] mümkün olabilirdi” (par. 94).
Ancak ulusal mahkeme Kayasu’nun bu savunmasını kabul etmemiş ve bunun ‘yapay bir tartışma’ olduğunu iddia etmişti (par. 23).
Oysa AİHM, Kayasu’ya hak vererek, bu talebin ‘yapay bir tartışma’ olarak görülmemesi gerektiğine de hükmetmiş oldu.
Sonuç itibariyle, AİHM’nin bu kararından çıkan sonuç, darbecilerin yargı önüne çıkarılmasını ve en azından yargısal süreçlerin yani çekişmeli süreçlerin kullanılması yoluyla ‘geçmişle hesaplaşma’yı talep etmenin ve savunmanın yapay değil, aksine –ve tam da demokratik bir toplumun temel ilkeleri göz önünde bulundurulduğunda–, doğal ve demokratik bir talep olarak görülmesi gerektiğidir.
AİHM: Darbecilerin yargılanmasını istemek orduyu tahkir ve tezyif değil
Yine AİHM’e göre, darbecilerin ve darbenin gayrı meşru olduğunu iddia etmek de askerleri ya da ordu kurumunu aşağılamak veya küçük düşürmek (tahkir ve tezyif) anlamına gelmemektedir (par. 98). Dolayısıyla, Kayasu’nun, yani ‘kamu adına’ hareket eden bir savcının darbeciler için iddianame hazırlamış olması nedeniyle Eski TCK’nın 159. Maddesi’nden (yeni TCK’nın ünlü 301. Maddesi’ne karşılık gelmekteydi) yargılanması ve cezalandırılması da demokratik toplumda ‘gerekli’ bir sınırlama değildir; dolayısıyla, bir savcının bu tür bir iddianame nedeniyle yargılanması ve cezalandırılması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılık oluşturmaktadır.
Mahkeme’nin deyişiyle,
“Kamu yararına ilişkin meselelerde ifade özgürlüğünün, kamu görevlilerinin ve özellikle de yargı mensuplarının sorumluluk ve yükümlülüklerinin önemi göz önünde bulundurulduğunda (…) başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan saldırı, yani orduyu tahkir suçu nedeniyle cezalandırılması ve bunun sonucunda da savcılık görevinden ihraç edilmesi ve başvurucunun avukatlık yapmasının yasaklanması, meşru amaçla orantılı değildir. Sonuç itibariyle, Sözleşme’nin 10. Maddesi’nin ihlaline…” (par. 104-107).
Görüldüğü gibi, özellikle bu değerlendirme bağlamında, AİHM’e ve dolayısıyla AİHS hükümlerine göre kamu yararına ilişkin davaları yargıya taşımakla ‘sorumlu ve yükümlü’ bir savcının bu sorumluluğunu ve yükümlülüğünü yerine getirmeye çalışması ifade özgürlüğünün kullanımı anlamına gelecektir ve savcının bu bağlamda hazırladığı bir iddianame nedeniyle cezalandırılması Sözleşme’ye aykırı olacaktır.
Özetle, hâkim ve savcıların Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu önünde yaşadıkları ve yaşayabilecekleri hak mağduriyetleri ve AİHM’nin Sözleşme’nin bu bağlamda da ihlal edildiğine (zira hâkim ve savcıların özlük işleriyle ilgili meselelerde ‘nihai’ kararın alındığı HSYK süreci, bu yapısıyla, etkili başvuru hakkının gerekliliklerini karşılamamaktadır) ilişkin değerlendirmelerini bir kenara bırakarak, bir savcının darbeyle ve darbecilerle ilgili iddianame hazırladığı için cezalandırılmış olması bile, tek başına, bir hak ihlaline ve dolayısıyla AİHM’nin Türkiye’yi tazminata mahkûm etmesine yol açacaktır.
Türkiye geçmişiyle hesaplaşabilecek mi ?
AİHM’in bu kararından sonra, Türkiye’nin ‘alacakaranlık’ dönemleriyle yargısal yollar bir yana, en azından toplumsal yollarla hesaplaşıp hesaplaşamayacağını, o dönemde yaşanan acıları bir nebze olsun rahatlatmak, yeni ve sağlıklı bir toplumsal mutabakata ulaşabilmek için demokratik mekanizmalarla neler yapılabileceğini tekrar sorgulamak kaçınılmaz gözükmektedir.
Her şeye ve bütün zorluklara rağmen AİHM önüne gitme cesaretini gösteren Kayasu’nun cesareti diğerleri için bir umut ışığı olabilir mi?
Kayasu’nun kişisel dramının esasen sadece onu etkilediği ve ilgilendirdiği söylenebilir belki… Ama asıl sorunun yanıtı, sadece Kayasuyu değil, maalesef hepimizi ilgilendiriyor.(ECG/EÜ)