12 Eylül askeri darbesiyle İstanbul’da yaşayan birçok transseksüel ve travestinin evleri basıldı, çalıştıkları yerler kapatıldı. Gözaltına alınanlardan birçoğu İstanbul dışına sürüldü.
Ancak, 12 Eylül sonrası yazılan kitapların neredeyse hiçbirinde travesti ve transseksüellerden bahsedilmedi.
Belgin Çelik darbeyle birlikte şehir dışına sürülen transseksüellerden biriydi. Darbeden 28 yıl sonra kendisinin ve arkadaşlarının yaşadıklarını bianet’e anlattı.
"Biz hep vardık, hep..."
Abanoz Sokak, Beyoğlu’nda randevu evlerinin bulunduğu meşhur bir sokaktı. O vakitler Bedrettin Dalan daha Tarlabaşı’nı yıkmamıştı. Polisten baskı görüyorduk ama bugünkü gibi canımızı yakan, bizleri sokağa döken boyutlarda değildi.
Sokağa Fransa’dan, Yugoslavya’dan, Sovyetlerden travestiler geliyordu çalışmaya. Bir nevi bugünkü Hollanda’daki “Kırmızı Işıklı Sokak” gibiydi Abanoz Sokak.
O zamanlar da bizler vardık ancak bugünkü gibi görünür olmadığımızdan insanlar bizi “görmüyordu”. Bugünlerde herkes Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transseksüellerin (LGBTT) birden ortaya çıktıklarını söylüyorlar. Gülüyorum… Çünkü o zaman sokağa çıkmaya cesaret edemiyorduk. Dört duvar arasında yaşıyor ve çalışıyorduk.
Abanoz döneminde sağlık sistemi de bugüne nazaran daha iyiydi. Sokağa baskın yapıldığında bizi toplar hastaneye götürürlerdi. Bütün testlerimiz yapılırdı, kontrollerden geçerdik ve bize bu kontrollerden geçtiğimize dair bir kart verilirdi. O belgemizdi. Herhangi bir çevirme olduğunda polise onu gösterirdik. Süresi dolmuşsa polis seni hastaneye götürür, aynı işlemleri yaptırırdı. Düşünün ki o vakitler ne kondom vardı, ne AIDS. Hiç birimiz korunmuyorduk. Ama düzenli kontroller sayesinde ben ve benim dönemimdeki travestilerin neredeyse hiç biri AIDS olmadık...
Havada darbe kokusu
70’lerin sonunda Abanoz kapandı. Dolapdere’ye indik. Orada çalışmaya başladık. Durumlar çok karışık. Her gün çatışmalar oluyor. Silah sesleri, patlayan bombalar, gösteriler… Oturduğumuz evlerin ışıklarını yakamıyorduk akşamları.
Darbenin olduğu sırada ben Tarlabaşı Caddesi'nde oturuyorum. Oturduğum bina hala durur. O zaman Anadolu Otelin randevuevinde çalışıyorum. Mahallede Rumlar çok... "Herkes darbe olacak" diyor. Günlük konuşmalarda hep aynı cümle: Bugün, yarın darbe yaparlar.
"Haberin yok mu ihtilal oldu"
12 Eylül darbesi olduğu sırada evdeyim. Sigaram bitmiş, az biraz çakırkeyifim. Sigara almak için evin altındaki bakkala gitmeye karar verdim. Aşağıya indim, kapıdan sokağa adımımı attım, bir asker “çık yukarı” dedi. Afalladım. “Ne oldu” dedim, “Haberin yok mu ihtilal oldu” dedi. “Benim sigaram yok ne yapacağım” deyince, bana, üstünden asker resmi olan bir sigara verdi. Yukarı çıktım. Sigarayı yaktım ve içmeye başladım. O şaşkınlıkla içtiğim sigara kibrit gibi çabucak bitti.
Üç gün evde kaldık. Radyodan hep anons yapılıyor; “İkinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaktır.” Dışarıdan silah sesleri geliyor ama nereden geldiğini, neler olduğunu bilmiyoruz. Üç gün sonra sokağa ilk çıkanlar çocuklar oldu. Üç gündür süren sessizliği çocukların sesleri bozdu. Telefonlar çalışmıyor; Kimseden haber alamıyoruz. Ekmek dahi yok. Evde kaldığımız süre boyunca ne olduğunu da anlayamamıştık. Camdan sokakta oynayan çocukları seyrediyorduk. Ama köşe başları asker dolu, koca koca askeri araçlar geçiyor.
Artık kaçıncı emirdi bilmem ama bir radyo anonsuyla sokağa çıktık. Herkes yiyecek almak için bakkala, manava koştu. Çünkü 00.00’dan önce evde olmak zorundaydık. Gece oluyor ve yeniden sessiz bir perde örtülüyordu şehrin üstüne.
Translar birbirimize gidiyorduk. Sudan çıkmış balık gibiydik. Yıllardır gece yaşıyorken darbeyle birlikte gündüz yaşamaya başlamıştık. Paraya ihtiyacımız vardı, çalışmak zorundaydık, bugün olduğu gibi. Mecburen gündüz çalışmaya başladık. Dolapdere de kapalı, nereye gideceğiz diye düşünüyoruz kara kara. Belgrad Ormanı’na gitmeye başladık müşterilerle. Bu esnada askerler bazılarımızın evlerini basıyor gerekçesiz.
Karakolda ayna değil tecavüz var
Bir gün biz dört kişi evde oturuyoruz. Kapı çalındı. Polis. "Ne yapıyorsunuz siz?" dediler, "Oturuyoruz" dedik. İçeride erkek de yok. "Hadi giyinin" dedi polis. Karakola götürüldük. Biz yukarı çıkarken iki şapkalı subay da aşağı iniyordu. Üst kata çıktık. Arkadaşım çok üşüyordu. Bekçiden rica ettim, "bu biraz yaşlı sobanın başında biraz ısınsın" dedim. Bekçi bağırdı, çağırdı, hakaretler ederek kovdu bizi. O sırada bizim bir arkadaşımızla birlikte yaşayan bir adamı gördük karakolda. Bıyığının ve saçının birazını kesmişler, adamı eciş bücüş bir hale getirmişler. Nedeni ise bir travestiyle birlikte yaşaması.
Karakolda bir saat geçmemişti ki bekçi gayet kibar bir şekilde yanımıza geldi, “Arkadaşın sobanın yanında ısınsın” dedi. Alt kata sobanın yanına inerken bekçinin hidayete erdiğini düşünüyorduk. Bekçi o sırada bana dönüp “Gel seni bir yere götüreceğim” dedi. Orta kata indik. Bir odanın kapısını hafifçe araladı. Biraz önce aşağı inerken gördüğüm subaylar içerideydi. Oda karanlık, dışarıdaki florasan aydınlatıyor içeriyi hafif. Bekçi beni içeri itti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken iki silah hissettim vücudumda. "Soyun" dedi biri, başka da söz çıkmadı ağızlarından. Ve bana o odada tecavüz etti ikisi de. Subaylar odadan çıkarken aralanan kapıdan bazı polisler bizi gördü ama subaylara bir şey diyemiyorlar. Ben kızgınlıkla polislere “Beni bunun için mi buraya getirdiniz” diye bağırdım, cevap vermediler.
"Keşke o kurşunu yeseydin"
Üstümü giyinip tekrar yukarı çıktım. Bekçi emniyet müdürüne ne anlatmışsa beni tanıyan ve çok seven Murat Bey bana bir tokat attı ve "Sen" dedi "utanmıyor musun subayları baştan çıkartmaya? Ben önce şaşırdım ama kendimi toplayıp olanları anlattım. Bana dediği şuydu: “Keşke o kurşunu yeseydin de buna izin vermeseydin.” Ne yapabilirim ki, dediysem de suçlu ben oldum.
İstanbul bize dar edilince menajerimin de önerisiyle Edirne’ye gittim ve kaçak çalışmaya başladım. İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner radyodan bir bildiri yayınladı: “Barlarda ve pavyonlarda kadın kılığında hiç kimse çalıştırılmayacak.” Baskınlar arttı. Ben her baskında barın arkasına saklanıyorum. Bir gün polisler bizi yakalayıp, jandarmaya verdi. Bizi Selimiye Kışlası’na götürdüler. Koridorda yürüyoruz. Bir kapı açıldı, içeri girdik. Hepimiz makyajlı, süslü... Askerlerin hepsi bize öcü görmüş gibi bakıyor. Emniyet Müdürü “Bunları neden getirdiniz? Suçları ne?” diye sordu. Asker de “Bunları uygunsuz bir şekilde yakalamışlar" deyince Müdür “Sizin başka işiniz yok mu? Memlekette bu kadar mesele varken siz bunlarla mı uğraşıyorsunuz? Çabuk aldığınız yere geri götürün.” dedi.
"Ben albay karısıyım, ben albay karısıyım!"
Bir gün bir albayın karısı orduevinden çıkıyor, sarışın, bakımlı bir kadın. Biraz yürüdükten sonra askerler kadını fahişe sanıp karakola getiriyorlar. Kadın ben albay karısıyım diye bağırıyor ama polisler çok eminler kendilerinden, “Biz çok albay karısı gördük.” diyorlar. Kadın kimliğini çıkartınca hepsi dondu kaldı tabii. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Ardından binlerce özür... Kadın taksiye bindirildi ve evine yollandı.
Kara tren
Tarihini tam hatırlamıyorum. Bir gece hepimizi topladılar. Evden, sokaktan, kafeden, her yerden. Travestiler, translar, geyler... Geylere damga vuruldu. Hiç biri beş yıl süreyle şehre giremesin diye. 50-55 kişi bir minübüse doldurulduk. Nefes alamıyoruz. Nereye götürüldüğümüzü bilmiyoruz. Boğaz köprüsünü geçtik. Köprünün üzerinde dediler ki: “Eskişehir’e sürüleceksiniz.”
"Dışardan görenler arsız dese de..."
Gara götürüldük. Banliyö treni bizi bekliyor. Makyajlarımız akmış, perukları düşen var, kimimizin sakalları çıkmış, kimimiz kokuyor terden... Ama hala bir yanımız hayata tutunuyor. Gullüm yapıyoruz. Eğer gullüm yapmasaydık bugün hayatta olamazdık. Dışardan bakanlar ne arsız bunlar diyorlardı muhtemelen ama başka türlü olamazdı. Tüm bu baskıya, homofobiye ve transfobiye rağmen ayakta kalmak zorundaydık. Kaldık.
Kompartımana kapatıldık. Elektrikli sistem olduğu için kapılar kilitlendi. Dışarıdan insanlar küfürler ediyorlar bize. Ahlak polisleri başımızda. Özellikle geylerin yüzleri mosmor. Polis her fırsatta indiriyor bir tane yüzlerine.
Tren hareket etti. Otomatik kapılar açıldı. Herkeste bir korku hali. Aklıma Kassandra Geçidi isimli film geliyor. Paranoyak halde senaryolar üretiyorum. Dedim ki “Bir yerde makaslar değişecek, bizim vagonu ayıracaklar trenden ve bizi uçurumdan aşağıya atıp yok edecekler.”
"Komşular yetişin, evimi kadın kılıklı adamlar bastı!"
Haydarpaşa’yı geçtik, Kartal’a doğru geliyoruz. Baktım polisler ortada yok, gitmişler. Pendik’e geldik. O zaman orada evler tek tük. Tren yavaşladı. Fırsat bu fırsat, atlamaya başladık hepimiz. Koştuk... koştuk... koştuk... Trenden uzaklaşınca, bir suyun aktığını gördük. Lağım suyuymuş. O kadar susamıştık ki kana kana içtik suyu. İleride bir ev gördüm, önünde bir kadın... "Açız ekmek var mı?" diye sordum. Kadın bir çığlık attı. “Anam yetişin kadın kılığında adamlar evi bastı!” diye feryat ediyor. Çocuklarını da alıp kapıyı kapattı.
"Ümraniye'ye mi? Aaa! Biz de"
Aç halimizle İzmit karayoluna koyulduk. Yolun kenarına dizildik 50 kişi. Herkesin derdi bir araba bulup canını kurtarmak. Otostop yapmaya başladık. Bize bir harç arabası durdu. Yanımdaki arkadaşın sesi kalındı. Ona "Sen sus, ben konuşurum" dedim. Şoföre "İstanbul’a mı?" diye sordum. "Evet" dedi. Arabaya bindik. "Yanındaki kim?" dedi, "Kız kardeşim" dedim. Köprüye doğru yaklaşırken ilerde polislerin olduğunu fark ettik. Allahtan şoför Ümraniye kavşağına döndü ve bize “ben Ümraniye’ye gidiyorum” dedi. Biz de atladık hemen “Aaa! Biz de.” Arkamızdan gelenler polise yakalandı tabii.
"Kardelenlerdik, yaşamaya devam ettik"
Biz Ümraniye’den Avrupa yakasına geldik sonra. Polislere, askerlere, darbeye inat sürüldüğümüz şehirdeydik yeniden. Karartılmak istenen hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü bizler karlara rağmen açan kardelenlerdik. (BK/BÇ)
* Gullüm: Travesti ve transseksüel jargonunda "eğlence"