12 Eylül askeri yönetimi 1961 Anayasası'nın kurduğu siyasal rejimi ortadan kaldırmış, aldığı kararlarla, çıkardığı yasalarla ve yürürlüğe koyduğu Anayasa ile bir baskı rejimi kurmuştu. 1982 Anayasası'yla Devlet insanın önüne alındı, tüm temel hak ve özgürlükler, devleti korumak adına kabul edilemez boyutlarda sınırlandı. Neredeyse nefes almak bile izne tabi hale getirilmişti. Bu baskı rejimi önce sıkıyönetim, ardından olağanüstü hal yönetimi uygulanarak ayakta tutuldu. Toplum, böylece içine düştüğü korkudan, neredeyse kimliğini yitirdi.
"Toplumu 12 Eylül hukuku ile yönetmek kolaylarına geliyor"
İşin tuhafı, askeri yönetimin fiilen sona ermesinden sonra da, çok uzun süre, bu baskı rejimi sürdü. 12 Eylül'ün baskıcı, antidemokratik hukuk düzenini değiştirmeye, seçimle gelen siyasal iktidarlar da yanaşmıyordu. Toplumu 12 Eylül hukukuyla yönetmek, Türkiye'nin siyasal seçkinlerine kolay geliyordu.
Kuşkusuz bu düzene karşı çıkanlar da vardı. Sayıları az da olsa, bazı aydınlar, hukukçular 12 Eylül'ün hukuk düzenine ve bu düzeni sürdüren siyasal iktidarların kararlarına ve uygulamalarına karşı çıkıyorlardı. Ama bu karşı çıkış, neredeyse kahramanlık gerektiriyordu ve 12 Eylül yönetimi ve onu izleyenlerin depolitizasyon çabalarının sonucu olarak, kitlelere ulaşmayı başaramıyor, kitleselleşemiyordu. Özellikle gençlik tümüyle politik alanın dışına itilmiş, buna direnenin de başı ezilmişti.
Demokratikleşme yolunda Avrupa Dinamiği
1990'lı yıllarda, Türkiye'nin demokratikleşmesi mücadelesine bir dış dinamik müdahil oldu: Avrupa Birliği (AB). Türkiye AB'ye girmek istiyordu ve bunu gerçekleştirmek için başvurusunu yapmıştı. AB ile yapılan inişli çıkışlı müzakerelerin ardından Türkiye'nin AB'ye aday adaylığı kabul edilmişti. Adaylığın görüşülebilmesi için ise Türkiye'nin bazı demokratik ve ekonomik kriterlere uyumu sağlayacak hukuksal ve yönetsel düzenlemeleri yapıp bunları uygulaması zorunluluğu ortaya konuldu. AB'ye üye olmak isteyen ülkenin, hem demokratik hem de ekonomik açıdan Avrupa standartlarını yakalaması gerekiyordu. Kopenhag Kriterleri'ne uyum zorunluluğu bu nedenle ortaya çıktı. İşte bu zorunluluk, Türkiye'de insan hakları mücadelesi veren, demokratikleşme mücadelesi veren iç dinamiklere AB dinamiğini ekledi.
Siyasal nitelikli Kopenhag Kriterleri istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin varlığını, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü anlayışının kabulünü ve gereklerinin yerine getirilmesini, insan haklarına saygıyı ve azınlıkların korunmasını gerektiriyordu.
Bu kriterlere yakından bakıldığında, şu ayrıntılar karşımıza çıkıyordu: Ülke çok partili bir demokratik sistemle yönetilmeli, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki ilişkiler demokratik ilkelere uygun olmalı, hukukun üstünlüğüne saygı duyulmalı, idam cezası kaldırılmalı, toplumun azınlıkta ya da güçsüz kalan kesimlerine yönelik ayrımcılık (ırk ayrımcılığı, kadınlara yönelik ayrımcılık...) olmamalı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin tüm hükümleri kabul edilmeli, insan haklarına ilişkin diğer sözleşmeler (çocuk hakları sözleşmesi, vb.) kabul edilmelidir.
Ayrıca kabul edilen tüm bu ilkeler, kurallar kesintisiz biçimde uygulanmalıdır. Çünkü Türkiye'yi yönetenlerin, hukuk sisteminde yer alan kuralların tümünü, ayrım yapmadan, tüm yurttaşlara eşit olarak uygulamayı başaramadıkları bilinen bir gerçektir. Örneğin, Türkiye'de Anayasa ve yasalarda işkencenin yasak olduğu yazılıdır ama işkencenin yapıldığı da herkesin bildiği bir gerçektir.
Kopenhag siyasi kriterlerine uyumu sağlamakla, demokratikleşme sürecinde Türkiye'nin ilerleme kaydedeceği açıktır. Türkiye'de demokratikleşmeyi isteyen iç dinamiklerin gerçekleştirilmesini istedikleriyle Kopenhag siyasi kriterleri arasında tam bir çakışma da gözlenmektedir. Bu bakımdan, AB'nin Türkiye'yi ortaklığa kabul etmek için gerçekleştirilmesini istediği değişimin, aslında Türkiye'de demokratikleşmeyi isteyen güçlerin istediği değişimle çakıştığını görmek gerekir. Bu durumdan memnuniyet duymamak için de bir neden yoktur.
Ancak...
Bununla birlikte, Türkiye'nin bu noktaya nereden geldiği araştırıldığında, bugün Kopenhag Kriterleri adıyla anılan demokratikleşme standartlarının, 1961 Anayasası'nın yürürlüğe konulmasıyla yakalandığını unutmamak gerekir. Bu Anayasa'da 1971 ve 1973 yıllarında gerçekleştirilen geriye doğru değişikliklere karşın, 1961-1980 döneminde, Türkiye'de bir çok bakımdan o dönemin Avrupa standartlarının da ilerisinde bir demokratik düzenin kurulmuş olduğunu görmek gerekir.
1961 Anayasası'nın kurduğu sistemde, çoğulcu bir demokratik sistemin, özgür seçimlerin temeli atılmıştı. Bazı düşüncelerin siyasal partiler halinde örgütlenmesinin önünde bazı sınırlar bulunsa da, düşüncenin ifadesi ve propaganda özgürlüğünün sınırları oldukça geniş tutulmuştu.
Türkiye Devleti, insan haklarına dayalı bir devlet olarak tanımlanmış ve temel hak ve özgürlükler etkili biçimde güvence altına alınmıştı. Anayasa Mahkemesi'nin kurulmuş olması, temel hak ve özgürlüklerin temel güvencesi haline getirilmişti. Anayasa Mahkemesi, kuruluşundan önce yürürlüğe konulan yasaların anayasaya uygunluğunun denetimini gerçekleştirme görevini de Anayasa'dan almıştı.
Hukuk devleti anlayışı devletin temel niteliklerinde birisi olarak kabul edilmiş ve yargının bağımsızlığı sağlanmıştı. İdarenin tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine tabi kılınmıştı.
Olağanüstü yönetim biçimi olarak uygulanan sıkıyönetim, hukukun sınırları içinde tutulmaya çalışılmıştı. Milli Güvenlik Kurulu bir anayasal kurum olarak kurulmuş olmakla birlikte, Kurulda siviller çoğunluktaydı ve kurulun kararlarının danışma niteliğinde oluşu vurgulanmıştı.
Bugün azınlık hakları adıyla anılan hakların, kültürel hakların o dönemde bugünkü gibi gündemde olmadığı açıktır. Buna karşın, 1961 Anayasası'nda bireysel hakların güvence altına alınmasıyla, bu hakların bir bölümünün toplu olarak kullanılabileceği de dikkate alındığında, sorunların bir bölümüne çözüm bulma olanağı yaratılabilirdi.
Kısacası, Türkiye, kendi iç dinamiklerinin harekete geçmesiyle, 1960'lı yılların koşullarında, ileri bir demokratikleşmeyi gerçekleştirmeyi başarmıştı.
Bugün , 1961 Anayasası'nda gerçekleştirilecek birkaç küçük değişiklikle, Kopenhag siyasi kriterlerine uyumun sağlanması mümkündür. Denilebilir ki, Türkiye, 1961 Anayasası ve ona uygun hukuk düzeniyle, Kopenhag siyasi kriterlerini 1961 yılında yakalamıştı.
"Anayasa ile birlikte 650 yasa değiştirildi"
12 Eylül 1980 askeri darbesi her şeyi tersine çevirdi. Anayasayı ve 650 dolayında temel yasayı değiştirdi. Hukuk düzenini kökten değiştirdi ve baskıcı bir düzen yarattı. Demokratikleşme açısından Türkiye'yi 50 yıl, daha da fazla geriye götürdü.
Şimdi, Türkiye'de, dünyadaki gelişmeleri de dikkate alarak, yeniden demokratikleşme mücadelesi veriliyor. Sivil toplum her geçen gün güçlense de bu mücadeleyi etkin biçimde yürütecek bir iç dinamik yaratılamıyor. Ama siyasal seçkinler yine de toplumun gerisinde kalıyorlar ve demokratikleşme çabalarına direniyorlar. Bunu gerçekleştirmek için Avrupa Birliği'nin yaratığı demokratikleşme dinamiğine ihtiyaç duyuluyor ve bu dinamiğin etkili olduğu da görülüyor. Ama, hala 1961 Anayasası'nın ulaşmış olduğu standart yakalanamıyor. Acı olan bu...(NK/BB)