Bu ülkenin tarihi aslında kuşakların tarihidir; 60’lar, 70’ler, 80’ler,.. ya aradakiler, arada sıkışıp kalanlar?
Onlar ki omuzu yıldızlarla kaplı bir askerin sesiyle siyah önlük, beyaz yaka ile ilkokul sıralarında karşılaştılar. Ve radyodan ya da binbir zahmetle bulunan bir televizyondan kendilerine seslenen bu adamın ne dediğini hiç anlamadılar. Gördükleri tek gerçek; “beşibirlik” parıldayan sırmalar, kar beyazı ya da gök mavisi üniformalar ve hepsinin önünde devamlı konuşan adamın tok sesiydi. Kim bilir belki de gençlik yıllarına kadar sürecek olan askerlik ateşinin ilk kıvılcımı o buluşmaların birisinde yakılmıştı.
Doğrusunu söylemek gerekirse “beşibirlik” parıldayan sırmalardan öncede anlamadıkları pek çok şey vardı hayatlarında: evlerinin hemen birkaç metre ötesindeki sokağa gitmelerine neden izin verilmezdi? Oturdukları sokakları boyayan kimlerdi? Bu “boyacılar” neden sadece gece çalışıyorlardı? Akşamları dinlenen hikâyelerin ya da karşı komşuda izlenen alevlerin, koşan insanların, tüten dumanların, gökyüzüne ulaşan haykırışların, tanık olunan gözyaşlarının bu anlamadığı olaylarla bir ilgisi var mıydı? Sonra kimi günlerde öğretmenleri neden derse girmiyordu? Ve neden kimse bu soruların yanıtını istediklerinde derin bir suskunlukla karşılıyordu onları? İşte Eylül’ü tam 12’den vuran o gün, var olan bu sorularla karşıladılar “beşibirlik” parıldayan sırmaları. Açık sözlülükle ifade edelim ki; parıldayan sırmalıların söyledikleri sözlerden hiçbir şey anlamadılar ama görünüşlerinden etkilendiler -ta ki yüreklerine başka sıcaklıklar düşene kadar.
Fark ettikleri ilk gerçek “beşibirlik” parıldayan sırmalılarla birlikte okulun yüzünün asılması oldu: Mütemadiyen uzayan bayrak törenleri, hemen her gün yapılan kıyafet kontrolleri, okul bahçesinde kesilen saçlar, kimi zaman kuyruksokumunda kimi zaman parmak uçlarında hissedilen acılar.. Tüm bunların arasında en dikkat çekeni kızların hep ayrı tutuluşu oldu: Onlar erkeklerden daha uzun aranıyor; saçların hoyratça salınımı, eteklerin belden içeri katlanarak etek boyunun kısaltılması şiddetle yasaklanıyor ve hatta kurallara uymayanlar okula alınmıyordu. Erkek arkadaşlardan edinilen ilk cinsel bilgilerle birlikte bu uzun kontrollerdir kızların “farklı” olduğunu o küçük yüreklere kazıyan. Ve aynı zamanda bu uzun kontrollere maruz kalan kızlardan gelen sorulardır cehennem ateşinin harını ilk kez yüzlerde hissettiren. Artık aşk gündelik hayata dahil olmuştur: İçlerinden birisi delikanlı yüreğindeki kıvılcımın sahibesini söylediği anda hayat durur. Söylenen kişi bir başkasının yüreğinde deli poyrazlar estirse de fark etmez. arkadaşın yüreğine ihanet edilmez: konuşmak ihanettir, suskunluk tükeniştir ama tükenmek zorunludur -ki dostluğun ölçüsüdür.
Gençlik çağı boyunca da aktörlerin rolleri değişmeden sürüp gitti. Onlar hep yakındadırlar; konuşacak kadar yakın, uzanamayacak kadar ırak. Kardeş, anne olacak kadar yakın, sevgili olamayacak kadar ırak. Yüreğinin efendisine yakınlaşmaya çalışmak, o kız arkadaşın senin için beslediği “iyi niyetli” dostluğa hainlik addedilir. Suskunluk sürükleniştir, sürükleniş yılların rehinliğidir. Esaret sadece yüreklerde değil, ellerde, bedende ve gözlerdedir. Bedensel ve bilişsel erotizmin doruklara çıktığı günlerde, o deli duygulara inat ruhsal tatminin eşlik etmediği bedensel tatmin gayri meşru ilan edilir. Gözler yanıbaşındaki kimi gözleri görmez, kulaklar davetleri duymaz. Aragon daha okunmamıştır ama Yeşilçam melodramları her daim seyredilmektedir: mutlu aşk yoktur! Aşkın büyüklüğü kanıtlanmaya çalışılır mutsuzlukta. Artık aşkın öznesi aşk olmuştur. İnsan her şeyden ötede soyutlanmış, kutsallaştırılmıştır. Mistik varlığa nasıl kavuşulamayacaksa aşka da erişilemeyecektir. Ritüeller gerçeğin önüne geçmiştir. Her kim nerede bulursa aşkını, orada sessizce edecektir ibadetini de: kimi bulur aşkını bir filmin son sahnesinde şakıyan bir kahkahada, kimi solan bir fotoğrafta…
Elbette pek çok yanlışları vardı arada “sıkışıp kalanların”. Ama onların inandıkları ve terk etmedikleri ilk değer insanın kendisi oldu. İnsanı merkezine koymayan hiçbir düşünceye prim vermediler. Ne ağabeyleri gibi siyasetin sıcaklığına, ne de seksenlerin tüketim histerisine kaptırdılar kendilerini. Ve en önemlisi “uygar” dünyanın yalanlarına inat, hissettiklerini çabuk tüketmediler. Onlarca yıl geçse de üstünden yüreklerinde yanan ateşleri her daim yanık tuttular -ta ki o beden ardı ardına yanan ateşlerden eriyene kadar. (OE/HK)