Dış politikanın bu olmazsa olmaz karakteri, ulusal devlet anlayışının temelini oluşturur. 18. ve 19. Yüzyıl, ulusal devletlerin, başka devletlerin aleyhine de olsa, bağımsızlıklarını hedefledikleri yüzyıllardır. Dünya topluluğu, ulusal devletin bağımsızlığını evrensel düzen ilkesi olarak benimsedi. Ulusal devletin iç işlerine karışmama ilkesi, 1648 yılında kaleme alınan Westfalya Barışı ile genel kabul görmüştür.
İnsan hakları mı, bölünmezlik mi?
İlk kez devletler topluluğunun bir kesimi, yani NATO, bu genel ilkeyi Balkanlar'da uyguladığı savaş politikalarıyla ihlal etti. Bununla birlikte devletler arası tanımlanan 350 yıllık düzen ortadan kaldırıldı. İlk kez, kendisini bir değerler birliği olarak savunan uluslararası demokratik devletler topluluğu, insan haklarını kendi hareket ettirici ölçüsü olarak sundu.
İnsan haklarını koruma gerekçesiyle, en uç girişim olan savaşı, başka bir devlete karşı gündeme getirimde sakınca görmedi. Bu noktadan itibaren, 11 Eylül olayları ve sonrası gelişmelerde görüleceği gibi, uluslararası politika yeni bir içerik kazandı.
Bu açıdan bakılacak olursa, NATO'nun Balkan'larda gündeme getirdiği bu siyasete ve Afganistan'a yönelik savaşa ilişkin bazı sorular yanıtlanmayı bekliyor:
İnsan hakları, insan haklarını savunma iddiasıyla başka insanların haklarının ayaklar altına alınmasıyla korunabilir mi, yoksa insan haklarını savunmak adına yapılan girişimler daha çok bölünmezlik ilkesine mi uymalıdır?
NATO, Sırbistan'a saldırısıyla sadece dünyada genel kabul gören yasaları çiğnemekle kalmayıp, aynı zamanda Birleşmiş Milletler ve uluslararası güvenlik ilkelerini (OSZE) de hiçe saymadı mı?
NATO, ABD tarafından, kendi egemenliği altında kurmak istediği "yeni dünya düzeni" için bir araç olarak kullanılmıyor mu?
ABD'nin, dünyanın bir çok yerinde oluşturduğu "teröre karşı koalisyon"u, eylemin sonucunda, terörün yenilgiye uğratılamadığı noktada, yenik duruma düşmemek için kullandığı söylenemez mi?
Ayrıca terör, ABD'nin seçtiği ve dayattığı yöntemle yenilgiye uğratılabilir mi?
Uygarlık ve barbarlık kavramlarının istenildiği gibi kullanılmasıyla ve ülkelerin, George Bush'un "ya bizimle olursunuz, ya da bize karşı gelirsiniz" söylemiyle, ortak harekete zorlanmasıyla "yeni dünya düzeni" nasıl gerçekleştirilebilir?
Ne Amerika Birleşik Devletleri'nin, ne de "teröristler"in yanında yer almayan ve almak istemeyen insanların bu noktada yeri neresi olacak? Farklı düşünmenin ve bu farklı düşünceleri açıklamanın olanaklarını ortadan kaldıran tehditvari söylemlerin demokratik anlayışla uyumluluğu nasıl açıklanabilir?
Bilinmezliğin genişleyen sınırları
Yanıtlardan çok, sorular yığınıyla karşı karşıyayız. Net yanıtlardan bugün, dünden daha çok uzaktayız. Bilinmezliğin sınırları giderek genişlerken, bilinebilirliğin sınırları, gerçek olmayan verilerin gerçekmiş gibi sunulduğu propaganda bombardımanları nedeniyle gittikçe daraltılmaktadır.
Bilgiye ulaşımın kolaylaştığı düşünülen dünyada, hangi bilgiye ulaşıldığı sorusu giderek önem kazanmaktadır. Batı'nın kendini beğenmişliğine bağlı olarak yaptığı uygarlık tanımından başlayarak gündemdeki sorulara uygun yanıtlar aramaya başlayabiliriz.
11 Eylül'den sonra sık sık tekrarlandığı gibi, New York ve Washington'a yapılan saldırının uygar dünyaya karşı yapılan vahşi bir saldırı olduğu söylendi. ABD, ABD'nin yaşam tarzı, " American way of life " bütün dünyaya uygarlık olarak gösterilmeye çalışıldı.
Bu yaklaşım, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfield'in, kendisine yöneltilen, yeni Amerikan savaşında zaferi neyin betimleyebileceği sorusuna verdiği yanıtta belirginleşiyor: Rumsfield'e göre zafer, eğer ABD, dünyayı kendi yaşam tarzının doğruluğu konusunda ikna ederse kazanılmış olacaktır.
Bu noktada, oluşturulan anti-terör-koalisyonu açısından bakılırsa, ABD'nin "way of life" anlayışı ve dayatması için, savaşçı olmak pek anlamlı olmasa gerek. Çünkü zaferi herkesi "Amerikalı" yapmak olarak tanımlayan bu anlayış ile birlikte savaşmak, aynı zamanda kendi varlıklarını ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.
İnsanlığın, şiddet ve karşı şiddet spiralinden kurtuluşu nasıl mümkün olabilir? Bu şiddet nasıl engellenebilir? Şiddet her zaman karşı şiddete, intikam ve öç alma duygularına yol açar.
Batı "terör"ün kendi egemenliğinin sonucu olduğunu kavramak zorunda
Ayrıca, Bush'un söylediği, "iyilerin kötülere karşı abidevi savaşı", dünya topluluğunu bir kez daha bölmektedir. Bölerek yeni teröre yol açmaktadır. Terörün yeşermesinin ve nedenlerinin Batı'da, kendisini "uygar" olarak tanımlayan kesimlerde aranması, giderek önem kazanmaktadır.
Batıya göre, yalnızca Batı, sanayi toplumları ile dünyanın diğer ülkeleri arasında giderek artan uçurumu kapatabilecek itici güce sahiptir. Ancak bu uçurumun, dünyanın diğer ülkeleri lehine, Batıda tüketimin azaltılması gerçekleşmeden ortadan kalkamayacağı Batı tarafından dikkate alınmamaktadır...
Dünya bizden sorulur diyenlere göre, yalnızca Batı, yani ABD ve Avrupa, Orta Doğuda kanserleşen olguyu yok edebilir. Ancak bu girişimin, özgür ve bağımsız Filistin Devleti'nin kurulmasıyla gerçekleşebileceğini görmezden gelmektedirler...
Görünen o ki, Batı, kendisini, kendi değerler sistemini, dünyaya kendisini dayatmasının yol açtığı sorunları ve terörün kendi egemenliğinin sonucu ortaya çıktığını kavramak zorundadır.
Görünen o ki, ABD, yüzyıllarca sürdürdüğü kendi milliyetçilik ideolojisinin, yeni dünya düzeni için temel engel olduğunu algılamak zorundadır. 1776 yılında, Tom Paine'in belirttiği ve ABD'nin toplumsal antlaşmasının temeli olan "Amerika'nın meseleleri, tüm insanlığın meseleleridir" anlayışı, sözde dünyada benzeri olmayan tarihiyle, bu milliyetçi ulusun son derece yanlış yönelimini göstermektedir.
Sürekli olarak söylenen "Amerikan ulusunun ileriliği" ve amerikan mit'i, giderek emperyalizmle bütünleştirilerek, insanlığa olmazsa olmaz biçiminde dayatılıyor.
"İyi"nin "kötü"ye, "özgürlüğün", barbarlığa" ve "baskıya" karşı olduğu biçimindeki metafizik söylem, kendisini "dünyanın bir numaralı ülkesi" olarak tanımlayan ABD'nin devlet anlayışındaki milliyetçiliğin temelini oluşturmaktadır.
ABD'nin sorunlarının tüm dünyanın sorunu olmadığını, bugün ancak ABD, eleştirel bir bakışla ortadan kaldırabilir. New York ve Washington saldırılarından sonra, Amerikan mit'inin ne kadar sağlam olmayan temellere dayandığını görerek, ABD kendisine dönüp bakmak zorundadır.
"Dünyada ne varsa, her şey Amerikan ulusunun refahı içindir" anlayışının yanlışlığını görmesi için, başka ulusların da hangi ırk, kültürel ve dinsel kökenden olurlarsa olsun, dünyaya ortak olduğunu kabullenmesi yeterlidir.
Böylesi bir özeleştiri, baba George Bush'un danışmanı Brent Scowcroft'un Körfez Savaşı sonrası oluşturduğu yeni dünya düzeni modelini reddetmeyi de beraberinde getirmek zorundadır. Bu model, tek kutuplu dünyada, dünyanın geleneksel amerikan yaşam tarzının yaygınlaştırılması anlayışını içermektedir.
ABD yaşam tarzına dayalı model iflas etti
ABD artık gelinen noktada, bu dünya modelinin, yüzyılımızda iflas ettiğini kavramak zorundadır. 11 Eylül sonrası, kendini "Amerikalı" ilan eden ve ülkemizde de var olan yazar çizer gönüllü taraftarların varlığına karşın, dünyada kendi yaşam tarzlarından hoşnut olanların ve özgürlüklerine ABD'nin çıkarları için müdahaleden dolayı rahatsızlıklarını sık sık dile getirenlerin varlığını da kabullenmek zorundadır.
Ulusal devletlerin egemenliğine dayanan eski dünya düzeni giderek önemini yitirmeye başlamıştır. Ulusal devlet anlayışına dayalı dış politikalar, 19. Yüzyılın mirasıdır. 20. Yüzyılda yaşanan savaşlar ve "terör"ün dinamikleri, bugün tüm insanlığı, yeni bir evrensel düzene doğru evrilmeye zorunlu kılmaktadır. Devletler ve sistemler arası oluşturulacak böylesi bir düzenin var oluşu ve devamlılığı, eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesine bağlıdır.
Ortak bir dünya iç politikasına sahip bir dünya topluluğuna yönelik ilk adım, ortak çıkarlar doğrultusunda atılabilir. Ortak çıkarlar ise, bugün var olan asimetrik diyalog terk edilerek, artık eşitler arası simetrik diyalogun yaratılmasıyla oluşturulabilir.
Ortak ve eşit üyelerden oluşan tek kuruluş: BM yeniden yapılanmalı
Bu diyalogun oluşturulabilmesi için, en önemli koşul ise, siyasi, ekonomik ve sosyal kararların, dünyadaki tüm ülkelerin ortak ve eşit katılımıyla alınabilmesidir. Bugün böylesi bir işleyişin tek kurumu olarak Birleşmiş Milletler (BM) görünmektedir.
Ancak bu kurumun, kendisini kurumsal ve yapısal olarak bu diyaloga uygun biçimde dönüştürmesi gerekmektedir. Bu değişime göre BM, bütün ülkelerce genel kabul gören, bireysel ve kolektif insan hakları ilkesini savunan tek kurum olmalıdır.
BM'nin yeniden yapılandırılmasının temel noktası, Güvenlik Konseyi'nin yeniden yapılandırılmasıyla başlamalıdır. Konseyde, dünya ülkelerinin hepsinin çıkarları savunulmalıdır. Bugün olduğu gibi, kendisini dünyaya egemen ülke olarak gören ABD, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin, Afganistan'a saldırı konusunda karar verme yetkisine sahip olması, mantık dışıdır.
İnsanlığın geleceği konusunda karar verme yetkisi bütün ülkelerin eşitlik temelinde yer aldığı, birinin diğerine göre hiç bir ayrımcı hakka sahip olmadığı kurullara ait olmalıdır. Bütün kararlar oybirliğine dayalı olmalı ve bugün alınan kararları etkisizleştirmede kullanılan ve bir kaç ülkeye tanınan "Veto Hakkı" ortadan kaldırılmalıdır. Ve bu kurul kendi ekonomik ve siyasal özgürlüğünü hiç bir ekonomik ve siyasal güce bağlı olmayacak biçimde oluşturulmalıdır.
Yeniden düzenlenecek bir Birleşmiş Milletler kurumunda, dünyadaki tüm bölgelerin karar alma mekanizmalarında yer alması zorunludur. Birleşmiş Milletler genel kurulunun ise, Güvenlik Konseyi'ni denetlemede daha fazla yetkiye sahip olması gerekmektedir.
Güvenlik Konseyi, yeni paylaşım savaşlarında, paylaşımı koruma görevinden kurtularak, dünyada gerçek barışın sağlanabilmesi için uluslararası eşitliği gerçekleştirmeyi önüne koymalıdır. Böylesi düzenlemelerin gerçekleşmesi için uzun bir zamana ihtiyaç olmasına karşın, bugünden atılabilecek küçük adımlar vardır.
Örneğin, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler, Avrupa Birliği lehine Güvenlik Konseyi'ndeki yerlerini terk ederek, Batı dışında yer alan iki ülkenin Konsey'e katılımına yol açabilirler. Bu ilk adım bile BM'nin yapısal dönüşümüne başlamak için ilk aşama olabilir.
11 Eylül olayları, dünyanın ne kadar polarize olduğunu ve bu gelişmenin temel nedenleriyle, özellikle Batı ülkelerinin ne kadar az ilgilendiklerini ortaya çıkarttı. Batı, yeni dünya düzenini oluştururken görmezden geldiği gelişmeleri, ulusları yok saymanın yanlışlığını, yeniden tartışma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğunu anlamak zorunda kaldı.
Krizler ve "terör" olayları ortaya çıktıklarında değil, çıkış nedenlerine bakılarak çözümlenebilir. Bu nedenlerden en temel olanı şüphesiz ki, bugün oluşturulmak istenen ve Batının dayatmasını içeren "yeni dünya düzeni", onun eşitsizlik ve insan haklarını hiçe sayan ilkesidir. (HO/NM)