Her şey sıradan sandığımız bir Eylül sabahı Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) finansal başkenti New York’ta başladı. 19 radikal İslamcı militan beş yıl süren hazırlık ve planlamayla ABD’de yurtiçi sefer yapan dört uçağı aynı gün kaçırıp, kanatlarında depolanan tonlarca yakıtla uçakları insan dolu füzelere dönüştürmüşlerdi adeta.
Dört uçaktan üçü hedeflerini vururken, sonuncusu hedefi olduğu varsayılan Beyaz Saray’a varmadan yolcuları tarafından düşürülmüştü. Dünya Ticaret Merkezi’nin iki ana gökdeleni çökerek 3 bine yakın insanla beraber 10 milyonluk kenti kaplayan yanık et kokulu bir toz bulutuna dönüşmüştü.
Ölenler geride derin acılar, binlerce dul ve yetim bırakarak inanılmaz bir şekilde yok oldular. Her şeyden öte ABD’nin "dokunulmaz, başa çıkılmaz dünya lideri" imajı, bir terörist örgütün saldırısıyla ciddi şekilde sarsılmıştı.
Amerika, facianın kurbanları, onları kurtarmaya çalışırken yaşamını yitiren itfaiyeciler ve polisler için aylarca yas tuttu. Amerikan tarihinde, “Pearl Harbor” kadar derin bir yara ve yeni bir sayfa açılmıştı.
Felsefeci Dr. Deepak Copra’ya göre Bin Ladin ile Bush’un kafa yapıları birbirine çok benziyordu. İkisi de kişisel tutkularını, inançlarını ve kararlarını her şeyin üstünde tutuyordu. Bundan diğer insanların nasıl etkileneceğini pek dikkate almıyorlardı.
Amerikan halkı, öfke ve korkunun doruğunda Kongrenin Başkana savaş ilan etme yetkisi verişini göz kırpmadan destekliyordu ve George W. Bush, 7 Kasım 2001’de Kabil’i bombalayıp 18 bin asker ile Afganistan’a çıkıyordu.
Tora Bora’da asıl hedefi olan El Kaide örgütü lideri Usama Bin Ladin’i elinden kaçıran ABD 20 Mart 2003’te “terörle savaş” adına Bağdat’ı bombalamaya başlayacaktı. Yıllar sonra yine Waşington’dan gelen haberler arasında, Saddam Hüseyin ile Bin Ladin arasında hiçbir ilişki olmadığı, CIA kaynaklarınca Irak’ın işgali öncesinde Başkana sunulan raporlarda açıkça belirtildiği ortaya çıkacaktı. 11 Eylül ve sonrasını incelemek için kurulan Kongre Komisyonu, Bush yönetiminin kasıtlı olarak halka yanlış bilgi verdiğini ve nedensiz bir savaşa yönlendirdiğini raporuyla duyuruyordu.
Bu arada 11 Eylül saldırısına ilişkin bir düzine “komplo teorisi” ortaya atılıyordu.
Bir yılı aşkın süre çöküş alanından gelen moloz elekten geçirilmesine karşın hala iki uçağın “kara kutular”ından haber çıkmayacaktı. 10 kişilik 11 Eylül Komisyonu usulsüzlük ve ihmalin ucunun ne kadar yüksek kademelere uzandığını görüp, gizli oturumlarında konuyu “adli soruşturma”açılması için Adalet Bakanlığı’na havale etmeyi bile tartışıyordu. Ancak komisyon 585 sayfalık raporu olduğu gibi yayınlayıp, inisiyatifi bakanlık müfettişlerine ve federal polise teslim ediyordu.
11 Eylül’ü devletin yaptığı yada yaptırdığına ilişkin bazı iddialar çürütülüyor, ancak olayların etrafını saran kalın şüphe duvarı hala yanıt bekleyen sorular nedeniyle hala yıkılamıyordu.
Eski ABD Başkanı baba George Bush, 11 Eylül 1990’da Kongre’ye yaptığı konuşmada ilk kez “Yeni Dünya Düzeni” düşünden söz ediyordu. Ekonomi doktoralı milyarder banker David Rockefeller, 11 Eylül 1994’te, Birleşmiş Milletler Ticaret Konseyi toplantısında yaptığı konuşmada “Küresel boyutlu, büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Dünya ülkelerinin Yeni Dünya Düzeni’ni kabul etmeleri için doğru zamanda ve büyük bir facia olması gerekli” diyordu.
Ve 7 yıl sonra, 11 Eylül faciası “küreselleşme”ye ivme kazandıran ve tüm dünya ülkelerinin “Yeni Dünya Düzeni”nı itirazsız kabullenmesiyle sonuçlanacak bir süreci başlatıyordu. 11 Eylül 2001 dünyanın değiştiği gün oluyordu. Artık "ya teröristlerden yanaydınız, ya da Yeni Dünya Düzeni"nden. Aktı ya da karaydı. Arası yoktu.(CY/EÜ)