Geceleri hangi saatte olursa olsun eve döndüğümde kapıyı açmamla birlikte evin tümüne sahip olmuş müzik yüzünden irkilmem bir oluyordu.
Bazen obsesif yaylılar adeta bir Philip Glass inadıyla beynime saldırıyor, bazen acıklı bir türkü varyasyonu içimi kıyıyordu.
İkamet ettiğim İstiklâl Caddesi'nde müzik dükkânlarının takıntılı şekilde aynı parçaları haftalarca, aylarca hatta yıllarca çalması sonucu oluşan travmam şahlanıyor, sesi kısmak için hızla salona yöneliyordum.
Annemin klasikleşmiş biçimde televizyonun karşısındaki rahat koltukta uyuklarken seyretmekte olduğu dizi bitmiş, yenileri başlamış oluyordu. Mevzular, oyuncular, senaryolar birbirine çoktan karışmış fakat kendisi uyuyakaldığını bile kabul etmekte zorlanıyordu.
Tarlabaşı’nda aktör Ergun Köknar ve ailesiyle komşu olduğu çocukluk yıllarından beri hayatı boyunca tiyatro, sinema, opera ve konserlerin sürekli takipçisiydi, fakat kapasitesi dizi senaryolarını gerçeklerden ayırt etmeye artık yetmiyor gibiydi.
Ekranda ya fiyakalı erkekler bir kokteyldeymişçesine fazla bilgi sahibi olmadıkları bir mevzuda bitmez tükenmez muhabbetler ediyor ya da sevgiden, şefkatten ve uyumdan nasibini almamış bir ailede kadınlar, çocuklar ve adamlar kavga edip birbirlerini çekiştirerek patetik şekilde ağlaşıyorlardı; yalanlar ve entrikalar zaten gırla…
Zamanla annemin karakteri de değişmeye yüz tutmuş, mantıklı mantıksız ahkâm kesmeye, had bildirmeye, kabadayılar gibi kafa tutmaya, hatta şiddete başvurmaya da başlamıştı.
Televizyondan fışkıran negatif enerji sanki üzerinde tahakküm kuruyor, hayatı boyunca yaşadığı ezilmişliklerin tesirini bertaraf edercesine adeta isyan ediyor, sanki ruhuna birileri sahip olduğundan bildiğimiz karakteriyle alakasızlaşıyordu.
Televizyonu yüksek tavanlı apartmanın dördüncü katından sokağa atma isteğime defalarca gem vurmak zorunda kaldım; bu jest hâlâ içimde ukdedir.
Bu arada son darbeyi de Corona tecritleri vurdu, hayatı(mız) kâbusa dönüştü, annem Alzheimer teşhisiyle palas pandıras huzurevine yatırılmış oldu.
Dingin belgesel
"1001 gece (1001 noć/1001nights)" adlı belgesel her ne kadar adını aynı isimli Türkiye yapımı televizyon dizisinden almış gibi görünse de daha geniş bir spektrum çerçevesinde bizi Balkan coğrafyasına layıkıyla taşıyor.
Başta görmesek de çığlıklarını duyduğumuz tavus kuşları ilk etapta seyircide azmış erkek kedilerle karşılaşacağı hissini uyandırsa da zamanla onların Hırvatistan’ın sahil kenti Split’in süsü olduğunu idrak ediyoruz. Bahçelerde, sokaklarda, balkonlarda, damlarda, hatta devasa bir sedir ağacının tepelerinde tembel tembel gezinen görkemli kuşlar oryantalist bir dekor için biçilmiş kaftan.
Adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı hanesinde gördüğümüz Rea Rajčić filmin prodüktörlüğünü de Tina Tišljar ile paylaşmış ve ortaya adına yakışır hipnotik bir eser ortaya çıkarmış.
Sakin ve huzurlu atmosfer Adriyatik denizi kıyısındaki kentin güneşli bir havaya yavaş yavaş uyanmasıyla az da olsa hareketleniyor. Etrafı tavus kuşlarıyla adeta kuşatılmış bir iki katlı bir apartmanın panjurları usul usul açılınca içeriden iki yaşlı kadının seslerini duyuyoruz. Uzaktan kumandayla kendilerine izleyecek enteresan bir şey aradıklarını, birkaç teşebbüsten sonra Türkçe konuşulan bir dizide karar kıldıklarını anlıyoruz:
“… Çocuk ondan mı?”
“Hayır, o yapamıyor, spermleri yeterince güçlü değil…”
“… annesi test yaptırması gerektiğini ona söylemişti!”
Belgesel boyunca izlenen diziler için bu ve buna benzer yorumlar yapılıp duruluyor, ama ikisinden biri uyuyakaldığı zaman diğerinin olay örgüsüne getirdiği açıklama şüpheyle karşılanabiliyor.
Duvarlarda, büfelerin üzerinde, kütüphane raflarında veya yatağın başucundaki komodinin üzerinde çerçeveli, çoğu siyah beyaz fotoğraflardan kahramanlarımız Ema ve Maja’nın dul olduklarını tahmin ediyoruz.
Kamera evin içinde usulca gezinirken pencereden sızan tatlı ışıkta artık evlerimizde esamisi okunmayan oturaklı ahşap mobilyalar, tıkır tıkır çalışan bir duvar saati, pek kullanılmadığı anlaşılan, dantelle örtülmüş yuvarlak yemek masası ve üzerinde mütevazı sayılabilecek bir şamdan...
80 ve 85 yaşındaki Maja ve Ema’nın büyük bir ihtimalle uzaklarda olduğunu tahmin ettiğimiz çocukları ve torunlarının yokluğunda birbirlerine sarıldıklarını görüyoruz.
Hayatlarının sonbaharına gelmiş olmanın bilinciyle kendilerini masalımsı atmosferlere sahip dizilere teslim ediyorlar, meşhur şarkıcı ve besteci Oliver Dragojević’ten “Hayat nedir ki, bir hayalden başka” alıntısıyla filmin argümanı özetlenmiş oluyor.
Huzur dolu bir ambiyans
Belgeselin gayet dingin atmosferi içinde kahramanlarımızı sık sık inceleme fırsatı buluyoruz; kâh birini üzerinde bir eşofman ve el örgüsü bir yelek, ayaklarında lastik ayakkabı, ama beyaz bukleleri kabartılmış grili beyazlı saç ve gösterişli küpeleriyle, kâh diğerini boynunda fuları, şık bir gömlek ve altında ekose etek, fakat ayağında terlikleriyle izliyor, çekim anının değiştiğini ve zamanın bir “ok” hızında “uçtuğunu” kıyafetlerin değişmesinden anlıyoruz.
Televizyondan gelen iç kıyıcı müziğin eşliğinde bir kadının zırıldadığını duyuyor, tam karşılarından bakan bir kamerada kahramanlarımızdan bilhassa bir tanesinin sık sık içinin geçip başının önüne düştüğünü görüyoruz.
Diğeri bir yorum yaptığında ise o düşen kafanın sahibi aniden doğrularak takibe devam etmekle kalmıyor, yeri geldiğinde yeterince dikkatli olmayıp bazı kısımları atladığı için arkadaşına sitem bile edebiliyor.
2023 Hırvatistan yapımı 13 dakikalık belgesel Toronto Uluslararası Film Festivali programında yer alan eserlerden. Jenerikte teşekkür edilen şahıslar arasında Kemal Kaplanoğlu’nun adı da geçiyor.
Yaşlanan insanların yalnız kalışına hassasiyetle yaklaşan ama dizilerin aksine duygu sömürüsüne yaslanmayan, şirin olduğu kadar düşündürücü bir kısa filmle karşı karşıyayız; televizyonda izlediklerimizin uyuşturucu tesirine dokundurma da cabası!
Huzurevindeki odasına televizyon bile istemeyen anneme dönersek, kendisine uygun görülmüş tedaviye rağmen kâbuslar görmeye devam etmekle kalmıyor, uyandıktan sonra uzun saatler boyunca onları yaşamaya devam ediyor. Neyse ki başhekim, başhemşire ve tüm personelin desteğiyle öğleden sonra toparlanıp çocukluğunda müdavimi olduğu Tepebaşı’ndaki Çocuk Tiyatrosunun bir ferdiymişçesine tuluata girişip onları, hatta beni bile güldürmeyi başarıyor…
(RL/EMK)