Lozan Konferans süreci ve antlaşma, bir başarı hikayesi miydi yoksa bir başarısızlık mıydı? Önemli bir sonuç muydu, değil miydi? Hakkındaki tüm tartışmalara rağmen 100. Doğum günü kutlamalarına yaklaşan Lozan Antlaşması; “yenilginin zaferi” olarak müttefikleri savaşın sonuçlarına boyun eğerken, Türklerin müttefiklerinin yapmadığını ya da yapamadığını gerçekleştirmesi anlamına geliyordu. Versay düzenini, dolayısıyla onun bir uzantısı/parçası olan Sevr’i reddeden Türkler dört yıllık mücadeleye girişmişler ve Lozan’la kendi çözümlerini üretmişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin 1914 sonbaharında Birinci Dünya Savaşı’na dahil olmasıyla başlayan macera, tam 4 yıl sonra Rauf Bey’in başkanlığındaki bir heyetin Mondros Ateşkesi’ni imzalamasına bağlı olarak Türk insanının kabuslarını bile aşan bir sonuç doğurmuştu. Özellikle 1915-1917 yıllarında yoğunlaşan paylaşma projelerinin ateşkese dayanarak işgallerle hayata geçirilmesi, sadece pratik açıdan imparatorluğun tasfiyesini getirmemiş; bunun çok daha ötesinde Türkiye’yi siyasi, toplumsal ve kültürel yönlerden bir “yok oluş” felaketiyle karşı karşıya bırakmıştı.
İsmet Paşa Lozan'da Kaynak: Agenge Rol-Bibliothêque Nationale de France
1918 sonbaharıyla birlikte ortaya çıkan ve kısa süre içinde derinleşmeye başlayan Türkiye’nin trajedisi, temelde iki dinamiği harekete geçirecekti. Bunlardan biri, Bülent Tanör tarafından “Yerel Kongre İktidarları” olarak adlandırılan yapılanmaları örgütleyecek olan bazı halk kesimleriydi.[1] İkincisi ise savaş hatta savaşlar boyunca tüm olanaksızlıklarla ve yenilgi gibi sonuçlarla yüzleşmelerine rağmen gerçekte başarılı bir mücadele sergilemiş olan subaylardı. Özellikle kurmaylar, askeri yaşamlarında önce imparatorluğun çöküşüne direnmişler; sonra Dünya Savaşı’nda tüm olumsuz koşullara rağmen büyük bir özveriyle savaşmışlar ve yıllarca sürdürdükleri mücadelenin sonucu olarak Mondros Ateşkesi’yle ortaya çıkan bir “hiç”e teslim olmayı kabul etmemişler, edememişlerdi. Ve nihayet Anadolu (tabii ki Rumeli’yi de kapsayan bir bütünlükle), o dönemin konjonktürü açısından en zor olanı yapacak ve önce Mondros Ateşkesi, ardından Sevr (Sevres) ile kendini açık şekilde gösteren “yok ediş” anlayışına/çabalarına karşı “var olma” mücadelesine girişecek ve dolayısıyla Büyük Savaş’ın sonuçlarını tanımayarak mücadelesini sürdürecekti.[2]
"Son"un getirdiği "Başlangıç"a olan inanç"
Türkiye’nin Ankara merkezli meydan okuyuşu; Sabahattin Özel’in de sık sık vurguladığı gibi işgalci güçlere karşı bağımsızlık savaşı, İstanbul’a karşı ise –farklı kanallar üzerinden- bir iktidar mücadelesi şeklinde yaşanmıştı.[3] Anadolu’da işgalcilere karşı tam bir güven ve inançla sürdürülen Ulusal Kurtuluş/Bağımsızlık Savaşı bir yandan Cihan Savaşı’nın devamı niteliğini taşırken, bir yandan da ülkenin kaderi açısından bir “son”u değil, aksine yeni bir “başlangıç”ı sembolize edecekti. Nitekim bir “son”un yeni bir “başlangıç”a dönüştürüldüğünün göstergesini, Londra Konferansı günlerinde (21 Şubat-12 Mart 1921) Anadolu’da Yeni Gün gazetesi ortaya koymuştu.
Ankara’nın liderliği üstlendiği “var olma” mücadelesinde diplomatik bir aşama olarak değerlendirilebilecek Londra Konferansı hakkında Anadolu’da Yeni Gün’de çıkan “Anlaşabilir miyiz?” başlıklı yazıda, Avrupa’nın samimiyeti sorgulanırken, Sevr’e dayalı zihniyet değişmeden anlaşmanın imkansızlığına odaklanılmıştı. En önemlisi, tam bağımsızlık olmadan, Yunanlılar ülkeden savaşılarak kovulmadan ve kapitülasyonlar kalkmadan güçlü bir barış yapılamayacağı vurgusuna özen gösterilmişti.[4] Gazetede konferans bir tuzak olarak değerlendirilirken, Yunanistan’ın prestij kaybederek İngiltere’ye daha fazla bağlandığı ve daha önce de gazetede vurgulandığı üzere bir Türk-Yunan savaşının kaçınılmaz göründüğü yorumu yapılmıştı. Dolayısıyla konferansa yönelik bir beklentinin söz konusu olmadığı/olamayacağı ilan edilmişti.[5]
Üstelik Muhittin (Birgen) Bey tarafından Londra Konferansı’ndan bir sonuç çıkma ihtimalinin ilk andan itibaren bulunmadığı, Türkiye’nin kendi kendine kalkınma çabası sergilemesi zorunluluğu ifade edilmiş; bunlar için de Yunanlıların yenilerek ülkeden çıkartılmasının öncelik teşkil ettiği hatırlatılmıştı. Muhittin Bey, yazısına şu sözlerle son noktayı koymuştu:[6]
Bundan sonra düşmanlarla yapılacak sulh onların yapmak istedikleri sulh değil, bizim istediğimiz sulh olacaktır. Bu sulh da yavaş yavaş, bizim istediğimiz şerait dahilinde sulh mücadelesi için hazırlıklarımızı ikmal ede ede yapılacak bir sulhtur. Öyle bir sulh ki ancak onu düşünmeliyiz. Ve onu düşünebilmek için de evvela Yunanistan’ı düşünmek mecburiyetindeyiz.
Gazetede seslendirilen azim/inanç doğrultusunda süreç, 30 Ağustos 1922 tarihli zafer ve sonrasında 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından konferans diplomasisine taşınmıştı. Türkiye’nin bu noktada temel hedefi, diplomatik ve askeri araçlara başvurularak ulaşılmış konuma uygun siyasi ve hukuki çözümün sağlanmasıydı.[7] Bu noktada belirtmek gerekir ki İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un Türklerin, “bir elde Misak-ı Milli, bir elde kılıç” olduğu halde konferansa girdikleri yaklaşımı, Anadolu’da Yeni Gün’ün anlayışıyla bir ölçüde uyuşmaktaydı.[8]
Mücadelede etap değişikliği
Mudanya Mütarekesi görüşmeleri sırasında kararlaştırılan barış antlaşmasının yapılabilmesi için Lozan’da (Lausanne) toplanacak konferans, iki oturum dizisi halinde gerçekleştirilmişti. Konferansa bir yanda Türkiye; diğer yanda Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Sırp-Hırvat-Sloven Devletleri (sonraki Yugoslavya), Yunanistan ve Romanya katılacaktı. Sovyetler Birliği, Ukrayna ve Gürcistan da Boğazlar konusu değerlendirilirken toplantıda yer alacaklardı. ABD ise konferansa gözlemci göndermişti.
Türk tarafı konferansta Dışişleri Bakanlığına getirilen İsmet Paşa [9] (başdelege), Sıhhiye Bakanı Rıza Nur (ikinci delege) ve Maliye Bakanı Hasan Saka’nın (delege) bulunduğu; Celal Bayar, Zekai Apaydın, Zülfü Tigrel, Münir Ertegün, Hikmet Bayur, Tevfik Bıyıklıoğlu (Kur. Yarb.), Şükrü Kaya ve Fuat Ağralı gibi isimlerin danışmanlıkla görevlendirildiği 36 kişilik bir heyetle temsil edilmişti. [10] Türk heyeti Lozan’a Ermeni yurdunun söz konusu olmayacağı; Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin isteneceği; Batı Trakya için Misak-ı Milli’nin esas alınacağı; Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı güç kabul edilmeyeceği; kapitülasyonların kaldırılması, azınlıklar sorununun mübadele ile çözülmesi ve borçların paylaştırılması gibi hususları içeren 14 maddelik bir direktifle gelmişlerdi.[11]
Konferans öncesi ya da konferans sırasındaki salon dışı strateji ve taktikler, Saltanatın kaldırılması, Halk Fırkası’nın kurulacağının ilanı, kadın haklarına yönelik yaklaşımlarla örneklenebileceği üzere çağdaşlaşma çabalarında Batı’yı yadsımayacak yeni bağımsız-egemen Türkiye Devleti’nin ortaya çıkışının kabul ettirilmesi amaçlıydı. Toplantı salonlarında ise İtilaf Devletleri’ni galip, Türkiye’yi yenilmiş taraf olarak gören devletlere karşı bunların çıkar çatışmalarından yararlanmayı, Rusya’yı bir denge unsuru olarak kullanmayı ve çeşitli konularda diplomatik pazarlıklara girişmeyi içeren taktiksel bir çizgi takip edilmişti. Bunlara karşı, Türkiye’nin rakibi durumundaki grup bir bütünlük sağlamayı başaracaktı.
Konferansın ilk oturum dizisi 20 Kasım 1922 tarihinde başlamış; ilk aşamada İsmet Paşa, Türkiye’nin bağımsız-egemen bir devlet olarak varlığını tanıtmaya ve diğer ülkelerle eşit hak ve yetkilerin geçerliliğini anlatmaya çalışmıştı.[12] Bu bağlamda İsmet Paşa, sorunları görüşmek üzere kurulan üç komisyondan (Birinci Komisyon: Ülke, sınırlar, vatandaşlık, azınlıklar, Boğazlar; İkinci Komisyon: Türkiye’deki yabancılara uygulanacak rejim, kapitülasyonlar, ayrıcalıklar; Üçüncü Komisyon: Ekonomik ve parasal işler, Osmanlı borçları) [13] birinin başkanlığının Türklere verilmesini ve bir Türk’ün genel sekreter yardımcısı olmasını istemiş fakat kabul ettirememişti. [14] Dışişleri Bakanı Lord Curzon öncülüğündeki İngiliz cephesi, Musul ve Boğazlar meselelerine; Fransızlar ise borçlar meselesine ağırlık vermişlerdi. Yunanlılarla mübadelenin yapılması konusunda anlaşıldığı bu ilk dönem toplantı dizisi, Türk tarafının İtilaf Devletleri’nin ortak tasarısını reddetmesi üzerine 4 Şubat 1923’te kesilmişti.
İsmet Paşa, Ankara’ya döndüğünde TBMM’de yoğun tartışmalar yaşanmış; öte yandan tarafların temasları sonucunda aslında Türkiye açısından çok anlamlı bir tarihte, TBMM’nin açılış günü olan 23 Nisan’da üç ay devam edecek ikinci oturum dizisi başlamıştı.[15] İkinci oturumlar dizisinde İngiltere’yi Curzon yerine Sir Horace Rumbold temsil etmişti. [16] Ağırlık noktaları arasında kapitülasyonların kaldırılmasının yer aldığı [17] ikinci oturumlar dizisinin sonu, 17 Temmuz’da yapılan toplantılarda üç komisyonun sorunlar üzerinde anlaşmaya varmasıyla şekillenmişti. [18] Nitekim 19 Temmuz tarihli Vatan gazetesi “Konferans resmen işini bitirmiştir. Lozan’da merasim hazırlığıyla vakit geçiyor” manşetini atmıştı. [19] h6
Yenilginin zaferi
İkinci Meşrutiyet’in eski başkent İstanbul’da ilan edildiği güne denk düşen 24 Temmuz’da Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştı. TBMM tarafından 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylanacak antlaşma, 143 maddelik esas antlaşma ile 17 ayrı protokol ve sözleşmeden oluşmaktaydı.[20]
Anlaşma çerçevesinde Türkiye’nin sınırları, -güney sınırları hariç- Misak-ı Milli’ye uygun olarak çizilmişti. Kapitülasyonlar kaldırılmış ve savaş tazminatı ödenmesi gündemden çıkarılmış; borçlar ve ödemelerine yönelik genel bir çerçeve oluşturulmuştu. Mübadelenin gerçekleştirilmesi, Türkiye’deki yabancılarla yabancı kurumların ve okulların Türk kanunlarına bağlı olması kabul edilmişti. Türkiye, Boğazlarda tam kontrol hakkını kullanmamakla beraber, egemenliğini ve bağımsızlığını sınırlayan unsurların büyük bir kısmını ortadan kaldırmıştı.[21] Türkleri Avrupa’dan kovma, Anadolu’da Ermeni ve Yunan devletleri kurma senaryoları iflas etmişti.[22]
Antlaşmadan sonra işgalcilerin İstanbul’u boşaltmalarıyla Misak-ı Milli önemli ölçüde hayata geçirilmiş, dolayısıyla mücadele sırasında izlenen dış politika temel hedeflerine kavuşturulmuştu. Bununla beraber Lozan’dan arta kalan ya da onun uzantısı, ahali mübadelesine bağlı établi (yerleşik) sorunu, İngiltere ile Musul ve Fransa ile Osmanlı borçları gibi meseleler, Cumhuriyet Türkiye’sinin erken hatta en erken dönem dış politik sorunlarını oluşturacaktı.[23]
Lozan'ın ne olup olmadığına İsmet Paşa 1923'te son noktayı koymuştu!
Lozan Konferans süreci ve antlaşma, bir başarı hikayesi miydi yoksa bir başarısızlık mıydı? Önemli bir sonuç muydu, değil miydi?
İsmet Paşa, TBMM’de onaylandığı gün, Lozan Antlaşması’nı şu cümlelerle tanımlamıştı: [24]
Arkadaşlar! Bu toprağın evlâtlarının kanı ecnebilerin yeddi tasarrufunda idi. Ecnebiler bu memleketin en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün siyasetine en kuvvetli bir salâhiyetle nüfuz ve hulûl etmişlerdi. Sahibi izan ve insaf hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğunun artık bir mevcudiyeti hâkime ve müstakille halinde bulunmadığına zerre kadar şüphe etmiyorlardı… Mütarekeden sonra geçen safahat için âlâmınızı, ıztırabınızı tahrik etmek istemem. Çok mevani ve müşkülâta mâruz kalmışızdır… Efendiler! Elimizdeki vesaik bir mücadelei siyasiye devrinin netayicidir... Lozan Konferansı milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Lozan Barış Antlaşması’nın Türkiye açısından anlamına yönelik ise şu ifadelere başvurmuştu: Mütecanis, yeknesak bir vatan, bunun dâhilinde harice karşı şu gayritabiî kuyuttan ve hükümet içinde hükümet ifade eden dahilî imtiyazattan müberra bir vaziyet; gayritabiî mükellefiyatı maliyeden âzâde bir hal, hakkı müdafaası mutlak, menabii mebzul ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir. O Türkiye’yi bu muahedenameler ifade ve tavzih etmektedir.
Savaşa son veren barış
Lozan Barış Antlaşması’nı değerlendirilebilmenin temel koşullarından biri, -Büyük Savaş sonrası ortaya çıkan şartları ve konjonktürü gözeterek- o günlerin yeni dünya sistemini temsil eden Versay (Versailles) düzeniyle (ya da zihniyetiyle) yan yana koymaktır. Versay düzeni; Almanlara imzalatılan Versay başta olmak üzere Saint Germain (Avusturya), Trianon (Macaristan), Neuilly (Bulgaristan) ve bunların en acımasızı ama hepsinin aksine hiç yürürlüğe girmeyecek olan ve bu sistemin Türkiye uzantısı durumundaki Sevr’den oluşmaktaydı. Bunlar, savaş galiplerinden en başta İngiltere (Başbakan David Lloyd George) ve ardından Fransa (Cumhurbaşkanı Raymond Poincare, Başbakan Georges Benjamin Clemenceau) ile ABD’nin (Başkan Woodrow Wilson) karar ve yönlendirmeleriyle hazırlanmışlardı.
Savaşta yenilen devletler, bu antlaşmalarda ne karar ne de söz sahibi olmuşlar, dolayısıyla kaçınılmaz şekilde dikte etme anlayışıyla biçimlendirilen Büyük Savaş’ın getirdiği dünya düzeni, aslında sorunlu bir sistem olarak yerini almıştı. Çünkü temelde galiplerin emperyalizmine hizmet edecek tek taraflı dayatma niteliğinde ortaya çıkmıştı. Galiplerin düzeni olan Versay’ın savaşa yol açan ortalama 150 yıllık sorunları giderme gibi bir kaygı ya da çözüm anlayışına dayanmaması, onu bir dayatma olma noktasından daha ileriye taşımayacaktır.
Üstelik anlaşmaların giriş kısmında Milletler Cemiyeti’nin kuruluş sözleşmesi zorunlu olarak yer almıştı. Bu biçimsel/şekli dayatma, barış düşmanı - savaş suçlusu - insanlık suçu - suçun maddi karşılığı - savaş tazminatı denklemi içinde başlı başına manevi, maddi ve kitlesel bir aşağılama idi. Hikmet Bayur’un bunları “gerek maddeten, gerek manen öldürücü ve ezici” olarak tasvir etmesi [25] ya da Zafer Toprak’ın Hitler’in önünü açan unsurlar olarak altını çizmesi [26] şaşırtıcı değildir. Sorunlar çözülmediğinden çarpık bir düzenin ürünleri, iki savaş arasındaki dönemi biçimlendirirken gerçekte büyük savaşın devamı adeta bir zorunluluğa dönüşmüş; savaş, beklenen gelecek halini almıştı. Aslında kaçınılmaz olan temel sonuç, Versay düzeninin 20 yılı çıkaramayacak olmasıydı.[27]
Lozan Antlaşması ise müttefikleri savaşın sonuçlarına boyun eğerken, Türklerin müttefiklerinin yapmadığını ya da yapamadığını gerçekleştirmesi anlamına geliyordu. Versay düzenini, dolayısıyla onun bir uzantısı/parçası olan Sevr’i reddeden Türkler dört yıllık mücadeleye girişmişler ve Lozan’la kendi çözümlerini üretmişlerdi. [28] Bu açıdan yaklaşıldığında konferans ve anlaşma, diplomatik düzlemde bir hesaplaşmayı içermekteydi. Türkiye, Büyük Savaş ve sonuçlarıyla yüzleşmiş ve hesaplaşmıştı ki bu ikinci savaşa bulaşmamasının gerekçelerinden birini ortaya çıkartacaktı.[29]
Öte yandan biçimsel görünen gerçekte doğrudan zihniyeti sergileyen yukarıdaki gibi bir aşağılama Lozan için söz konusu değildir. Lozan, eşitlik anlayışıyla yoğrulan uzlaşma idi ki zaten bir uzlaşmada herkes her istediğini alamaz. Lozan’ı 100. yılına taşımak üzere olan en temel dinamiklerden biri kuşkusuz güçlü bir uzlaşma özelliğine sahip olmasıdır. Bu arada hatırlatmak gerekir ki Baskın Oran’ın uzlaşma,[30] Sina Akşin’in “büyük ve tarihsel bir pazarlık” olarak tanımladığı bu sürece son noktayı koymamak savaşın devam etmesi zorunluluğunu getirecekti [31]. Dünya kamuoyunun savaş perdesinin kapanmasını beklediği bir dönemde, hele ulaşılan noktaya kadar sergilenen özveri düşünüldüğünde doğal olarak savaşa devam öncelik arz eden bir tercih olmayacaktır.
Özetlemek gerekirse, her şey Sevr’in bir basamağı durumundaki Mondros’un 7. maddesinin uygulanmasının bağımsızlık mücadelesini kaçınılmaz/zorunlu kılmasıyla başlamış ve yine her şey Lozan’da bitmişti. Türkler, bir esaret ve daha ötesinde “yok ediş”i hedefleyen 433 maddelik detaylı bir anlaşma olan Sevr’i geçersiz kılmış ve 143 maddelik Lozan ile özgürlüğe ulaşmışlardı.[32] Bu sonucu, Osmanlı İmparatorluğu yerine bağımsız bir devletin kuruluşunu, eşit şartlardaki bir anlaşmayla Avrupa, Asya ve Amerika kıtalarının güçlü devletlerine onaylatmışlardı.[33] Bu noktada Zafer Toprak’ın “uluslararası planda Sevr Milli Mücadele’nin dününü, Lozan ise yarınını simgeler” [34] değerlendirmesi, günümüzde geçerliliğini koruyan 20. yüzyılın ilk çeyreğinden kalma tek düzen niteliğine sahip Lozan açısından çok anlamlıdır. Alkışlanacak bu eserin yaratılmasında tartışmasız şekilde Mustafa Kemal Paşa’nın eşsiz önderliği ve İsmet Paşa’nın uyguladığı ağırbaşlı diplomasi ve çabaları belirleyici olmuştu.[35] Nihayet Büyük Savaş’a son veren antlaşmalarla, Lozan’ın karşılaştırması da öncelikle bu antlaşmayı doğrudan ve gerçek anlamıyla savaşa son veren -belki de iddialı bir yaklaşımla bitmeyen barış konumuna yükseltmektedir. [36]
Dipnotlar
[1] Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ, İstanbul 1998; Tanör, Kurtuluş, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ, İstanbul 1997, s.69-74.
[2] Zafer Toprak, “Sevr ve Lozan Cumhuriyet öncesi Türkiye’nin kaderini belirleyen iki önemli antlaşmaydı. Bu iki antlaşmayı bağımsız düşünmek olanaksızdır. Uluslararası platformda Türkiye’nin varoluş sürecini, bu arada Milli Mücadeleyi bu iki antlaşmanın ışığında anlamak gerekir. Bu nedenle Osmanlı’yı çökerten Sevr ile Lozan’daki başarı arasındaki bağ Milli Mücadele’nin ta kendisiydi; silahlı mücadeleydi” değerlendirmesini yapmaktadır. Zafer Toprak, “80 Yıl Sonra Lozan”, Toplumsal Tarih, sy.115/Temmuz 2003, s.65; Toprak, “Lozan Antlaşması-1923:Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, Güncel Tartışmalar Işığında Lozan, Lozan Mübadilleri Vakfı Yayını, İstanbul 2017, s.118-126.
[3] Sabahattin Özel, Atatürk ve Atatürkçülük, Derin Yayınları, İstanbul 2008, s.1,51-66; Özel, Mustafa Kemal Atatürk, Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014, s.181. Ankara-İstanbul mücadelesi için bkz.: Eminalp Malkoç, Cumhuriyet’ten Büyük Söylev’e Ankara-İstanbul İkilemi (1923-1927), Derin Yayınları, İstanbul 2014, s.6-48.
[4] “Anlaşabilir miyiz?”, Anadolu’da Yeni Gün, 25 Şubat 1920 [1921], s.1.
[5]“Karıştırıcı konferans”, Anadolu’da Yeni Gün, 11 Mart 1920 [1921], s.1. Mdivani (Polikarp Gurgenoviç) de Hakimiyet-i Milliye’ye verdiği 21 Şubat 1921 tarihli demecinde, Londra Konferansı’nı emperyalistlerin yeni bir oyunu olarak nitelendirmişti. Sabahattin Özel-Işıl Çakan Hacıibrahimoğlu, Osmanlı’dan Milli Mücadele’ye Seçilmiş Mülakatlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2010, s.305-306.
[6] Muhittin, “Konferanstan sonra neyi düşünmeliyiz?”, Anadolu’da Yeni Gün, 23 Mart 1920 [1921], s.1. Muhittin Bey, haklılığını ve gerek kendisinin gerek gazetenin yaklaşımlarının doğruluğunu, “En büyük hakikat” başlığı altında tekrarlayacaktı. Muhittin, “En büyük hakikat”, Anadolu’da Yeni Gün, 28 Mart 1920 [1921], s.1.
[7] Faruk Sönmezoğlu, “Kurtuluş Savaşı Dönemi Diplomasisi”, Türk Dış Politikasının Analizi, der.: F. Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul 2004, s.95.
[8] Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991, s.301.
[9] İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa tarafından ısrarla tercih edilmişti. Buna karşın Osmanlı geleneğinden gelen Bekir Sami Bey’in sakıncası, Londra Konferansı’nda ortaya çıkmıştı. Sönmezoğlu, s.96-97. En güçlü aday durumundaki Rauf Bey ise başbakan sıfatını taşımaktaydı. Daha da önemlisi Mondros Ateşkesi’ni imzalamış; Batı eğilimli, İngiliz dostluğu yanlısıydı. Sonyel, s.294
[10] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne (2. Kitap), Bilgi Yayınevi, Ankara 1998, s.283; Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi-V, 1923 Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s.5-6; Baskın Oran, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası, c.1 (1919-1980), ed.: B. Oran, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s.217.
[11] Goloğlu, s.8-9; Oran, s.217-218.
[12] Sönmezoğlu, s.96-97.
[13] Komisyonların çalışmaları, tutanak ve raporları hakkında bkz.: Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler-Önsöz-İsmet İnönü, çev.: Seha Meray, Takım 1, c.1 (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları-Ülke ve Askerlik Sorunları), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:291; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, çev.: Seha Meray, Takım 1, c.2 (İkinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları-Yabancılara Uygulanacak Rejim), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:319; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, çev.: Seha Meray, Takım 1, c.3 (Üçüncü Komisyonun Tutanakları ile Raporları-İktisat ve Maliye Sorunları), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:320. Lozan Konferansı ve antlaşma açısından değerlendirilmesi gereken eserler arasında Bilal Şimşir (Lozan Telgrafları, c.1-2, TTK Yayınları 1990/1994) ile Salahi R. Sonyel’in (Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, TTK Yayınları 2006) çalışmalarını da zikretmek gerekir.
[14] Turan, s.285; Sonyel, s.303-304.
[15] Sönmezoğlu, s.97-98.
[16] Turan, s.287.
[17] Sönmezoğlu, s.98.
[18] Sonyel, s.355. Ayrıntılar hakkında bkz.: Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, çev.: Seha Meray, Takım 2, c.1/1 (Konferansın İkinci Dönemine İlişkin Tutanaklar ile Belgeler, 23 Nisan-24 Temmuz 1923), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:338; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, çev.: Seha Meray, Takım 2, c.1/2 (Konferansın İkinci Dönemine İlişkin Tutanaklar ile Belgeler, 23 Nisan-24 Temmuz 1923), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:342.
[19] Vatan, 19 Temmuz 1923, s.1.
[20] Turan, s.287; Sönmezoğlu, s.98; Oran, s.220,223. Ayrıntı için bkz.: Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, çev.: Seha Meray, Takım 2, c.2 (Konferansda İmzalanan Senetler 30 Ocak ve 24 Temmuz 1923), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:348; Soysal, s.72-244.
[21] Mehmet Gönlübol-Cem Sar, “1919-1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), Siyasal Kitabevi, Ankara 1996, s.55; Toprak, “80 Yıl Sonra Lozan”, s.71; Toprak, “Lozan Antlaşması-1923: Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, s.118-126.
[22] Turan, s.291.
[23] Sönmezoğlu, s.98.
[24] TBMM ZC, C.1, İ.9, 23.8.1339, s.264-291.
[25] Hikmet Bayur, “Son Yirmi Beş Yıllık Tarihimize Bakışlar”, Belleten, c.2/sy.7-8 (Temmuz-I. Teşrin 1938), s.329-331; İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, c.1 (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1989, s.67; Toprak, “Lozan Antlaşması-1923: Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, s.118-126.
[26] Toprak, “80 Yıl Sonra Lozan”, s.66; “Lozan Antlaşması-1923: Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, s.118-126.
[27] Zafer Toprak’ın çeşitli akademik platformlarda vurguladığı gibi günümüzde Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını aynı kaynaktan beslenen 20. yüzyılın tek Büyük Savaşı olarak gören yeni bir yaklaşım/ekol söz konusudur. Bu yaklaşım 1920’lerle 1930’ları uzun bir ateşkes dönemi olarak ele almaktadır. Bu farklı değerlendirme çerçevesinde bakıldığında Versay düzeni, yukarıda bahsedilen yönleriyle Birinci Dünya Savaşı’nı adeta 20. yüzyılın bitmeyen savaşı haline sokmakta ve süreç 1939-1945 arasında devam etmektedir. Hatta büyük savaşın sonuçları, 20. yüzyılın ikinci yarısının adını koymaktadır. Diğer yandan ister Birinci Dünya Savaşı’na son veren anlaşmalar noktasından yaklaşılsın, ister savaşın ilk aşamasına son veren antlaşmalar olarak değerlendirilsin Lozan’ın konumunun pek değişmediği rahatlıkla söylenebilir. Hatta çok iddialı bir perspektifle her iki yaklaşımın da Lozan’ı doğrudan ve gerçek anlamıyla Versay zihniyetinin eşitlik ve barış temelli bir alternatifi ya da alternatiflerinden biri durumuna getirdiği iddia edilebilir. Çünkü -son derece basit bir yaklaşımla- Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalarla kurulan düzen kısa sürede yürürlükten kalkarken Lozan geçerliliğini korumuştu. Üstelik Lozan’ın geçerliliğini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da koruması ve günümüzde de bu özelliğe sahip olması nedeniyle, onun savaşa son veren barış olarak, aslında ana hatlarıyla bile olsa geçerli bir rol model durumunda bulunduğu iddiası da ortaya atılabilir.
[28] Oran, s.105.
[29] Toprak, “Lozan Antlaşması-1923: Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, s.118-126.
[30] Oran, s.219.
[31] Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, c.2, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ, İstanbul 1997, s.46.
[32] Oran, s.118-138;Tanör, s.39-42.
[33] Turan, s.290; Gönlübol-Sar, s.59; Tanör, Kurtuluş, s.123; Oran, s.48.
[34] Toprak, “80 Yıl Sonra Lozan”, s.65; Toprak, “Lozan Antlaşması-1923: Bir Ulus-Devletin Doğuş Öyküsü”, s.118-126.
[35] Sonyel, s.356; Turan, s.290.
[36] Tanör, Kurtuluş, s.123; Oran, s.219.