10 EkimAnkara Gar katliamına yönelik müfettiş raporunu ve ihmalleri haber yapan gazetecilere dava açıldı.
Cumhuriyet ve Evrensel gazetesinin muhabirlerine üç yıla kadar hapis istemiyle Ankara Savcılığı’nın açtığı dava, usulde bile vahim hatalar taşıyor. Öncelikle o durumlara değinelim.
5187 sayılı Basın Kanunu, “basılmış eserler yoluyla işlenen veya bu Kanunda öngörülen diğer suçlarla ilgili ceza davalarının günlük süreli yayınlar yönünden iki ay, diğer basılmış eserler yönünden dört ay içinde açılmasının zorunlu” olduğunu belirtiyor.
Cumhuriyet’te Kemal Göktaş, Evrensel’de Cem Gurbetoğlu ve Tamer Arda Erşin imzalarıyla yayımlanan davaya konu haberler 12-13-14 Nisan 2016 tarihine ait. Dava açılması kanunda belirtilen sürenin dışında.
Şöyle ki savcılık haberin yayımlanmasının hemen ardından muhabirler hakkında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ihbarıyla soruşturma başlatmıştı.
Ancak iddianame, haberlerin yayımlanmasından bir buçuk yıl sonra hazırlanıp bu kez dava açıldı. Basın Kanunu’nda belirtilen süreden çok sonra.
İkincisi ise davaya genel yayın yönetmenlerinin de dâhil edilmesi mevzuu. Yine kanununa göre, sorumluluk eser (haber, yazı vb.) sahibine; ancak eser sahibinin belli olmaması hâlinde, sorumlu müdür ve yayın yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör, basın danışmanı gibi sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkiliye yüklenmiş (Madde: 11).
Ancak savcı “haberin yayımlanmasına izin vererek suça iştirak ettikleri” iddiasıyla Cumhuriyet’in o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Evrensel’in Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat’ı da davaya dâhil ediyor.
Davanın başlatılma zamanı ve “sorumlu” belirlemesi üzerine sakatlıkları ilk bakışta böyle göze çapıyor ve tabii bunu hukukçular da değerlendireceklerdir ama başlı başına bu davanın açılmış olması bile çok yönlü bir sorun.
IŞİD’in 10 Ekim 2015’te Ankara’da 102 insanı katlettiği canlı bomba saldırısıyla ilgili devlet sorumluluğuna dikkat çekmek, üstelik müfettiş raporunu haberleştirmek niye suç?
Davaya konu olan Kemal Göktaş, Cem Gurbetoğlu, Tamer Ardan Erşin imzalı haberler “Bombayı biliyorlardı”, “Ankara Katliamı’nın bir tek saati bilinmiyormuş” ve “Güvenlik Şube amirinden 10 Ekim itirafı: MİT, TSK ve EGM önlem almadı” başlıklarını taşıyor.
Gazetecilikte en mühim konulardan biridir başlığın haberin içeriği hakkında okura net bilgi vermesi. Onun için başlıklardan zaten anlaşılıyor ama haberlerin konusu dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın katliam olayını incelemesi için görevlendirdiği müfettişlerin yazdığı rapor.
Haberlerden öğrendiğimize göre, raporda; 4 Ağustos 2015’te Yunus Emre Alagöz (Ankara saldırısını gerçekleştiren intihar bombacısı) adının İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından TEM Daire Başkanlığı’na bildirildiği ve Ankara Emniyeti’nin de 7 Ağustos’ta bütün birimlerini tedbir alması için uyardığı belirtiliyor. Emniyet birimlerine gönderilen yazılarda ise “bütün personelin öncelikle kendilerine yönelik olası 'canlı bomba’ konusunda duyarlı olmaları” talimatının verildiği, mitinge katılanlara karşı dışardan yapılabilecek saldırı risklerinin ise değerlendirilmediği vurgulanıyor.
Tüm bunların sonucunda il emniyet müdürü de dâhil beş polis müdürü hakkında “görevi ihmal” suçundan soruşturma açılması talep ediliyor. Ancak hatırlanacağı gibi Ankara Valiliği bu kamu görevlileri hakkında soruşturma izni vermemişti. Valiliğin koruma zırhını savcılık da yerinde bulmuştu.
Nitekim katliama ilişkin yürütülen davada Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Bürosu, mahkemenin sorumlu emniyet görevlilerinin soruşturulması için yaptığı suç duyurusuna karşılık kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.
Muhalefetten kimi vekillerin hükümet yetkilileri tarafından yanıtlanması istemiyle, kamu görevlilerinin niçin yargılamaya dâhil edilmediğine yönelik soru önergelerine yanıt gelmezken katliamın tüm boyutlarıyla araştırılması önergesi de reddedildi.
Davanın sağlıklı bir zemine oturarak ilerlemesi bu şekilde engellendi. Dosya kapatılmak, olayın üzeri örtülmek mi isteniyor?
10 Ekim 2015’te Ankara’da “Emek, barış, demokrasi” için meydana çıkmak isterken trajik bir şekilde can veren insanları anmanın bile yasak olduğu, anmak isteyenlerin polis saldırısına maruz kaldığı bir dönemde şimdi de gazetecilere dava açıldı.
102 insanın katledildiği ve toplumda büyük travmalara yol açmış bir olaya yönelik bakanlık müfettişleri tarafından hazırlanan ancak sonra görmezden gelinen raporun ortaya serdiği gerçeklerin kamuoyu tarafından bilinmesini sağlamada ne gibi bir sakınca görüldü?
Hâlbuki tüm toplumu ilgilendiren bir olayın tüm yönleriyle açıklığa kavuşması devletin birincil görevidir. Ama öyle görünüyor ki devlet tespit ettiği hâlde emniyet kurumlarındaki sorumlulara, ihmali olanlara zırh giydirerek adaletin sağlanmasına yol açmak yerine o yola taş koyuyor.
Bu ve benzeri olaylarda aynı reaksiyonu gösterirken de “hakikatin kimsesi” olmak gibi bir işlevi bulunan gazeteciliği bertaraf etmenin yollarını deniyor. Asıl yargılanması gereken sorumlular olması gerekirken gazeteciler oluyor.
Adalet için çabalamakla ve barış, demokrasi ve insan haklarını savunmakla mesleğin onuruna sahip çıkmak ve halkın haber alma hakkını (ki bu hak, Anayasanın 28. maddesinde güvence altına alınmıştır: “Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır”) savunmak farklı şeyler değildir aslında.
Çiler Dursun Hoca’nın deyişiyle; gazetecilik, güçlünün konuşulmasını, düşünülmesini istemediklerini, gücün uygulandığı kitlelere konuşulur ve düşünülür kılma işidir. (SE/HK)