İstanbul'da 1 Mayıs günü yaşananlar aklı selim sahibi insanların tüylerini ürpertti. Çoğu kez savunmasız insanlara karşı, suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan, inanılmaz bir hoyratlıkla uygulanan şiddet, "bir gece (ve aslında her gece) ansızın gelebilen" 12 Eylül zihniyetinin açık bir örneği olarak düşünülebilir. Özellikle sabah saatlerinde Taksim etrafına "konuşlandırılan" askerler ve askeri araçlar, görenlere "darbe" korkusunu tekrar yaşattı.
Batılı bir ülkenin herhangi bir metropolünde gerçekleşse hayretler içinde bırakacak bu uygulamanın mantığını ve dayandığı hukuki gerekçeyi anlamak ve açıklamak gerçekten çok zor. 12 Eylül düzenlemeleriyle bir türlü hesaplaşmamanın ve onları en kısa sürede kaldırmamanın bu ülkenin vatandaşlarının başına neler açabileceği, bu durumda açıkça ortaya çıkıyor.
Güç ve korku diyalektiğinde meşruluk arayışı
İnanılacak gibi değil ama 1 Mayıs'ta devlet görevlileri kendi elleriyle siyasal iktidarın –ve dolayısıyla devletin– meşruluğunu kaybetmesine yol açacak davranışlarda bulundular.
Konuyla ilgili açıklama yapan Vali ya da Emniyet Müdürü ne derse desin, "makul vatandaş"ın algısı bu yönde. Durum bu kadar ağır ise, ki öyle, 1 Mayıs'ta siyasal iktidarın sergilediği bu akıl almaz tutumun arkasında yatabilecek asıl gerekçeleri incelemek yaşamsal bir önem taşıyor.
Her şeyden önce, siyasal iktidarın bu tutumunun arkasında, en azından bilinçaltında, bir "korkutma" güdüsünün yatabileceği düşünülebilir. Burada, olası bir ciddi muhalefete adeta bir gözdağı verilmekte ve "bak, zor aygıtım ne kadar etkili; meydanlara bu şekilde çıkarsan ağzının payını bir güzel veririm" denmektedir sanki. Karşıda ciddi bir şiddet potansiyeli olmamasına rağmen alınan bunca önlemi psikososyolojik açıdan başka bir şekilde açıklamak pek mümkün gözükmüyor.
Ancak bu durum, aynı zamanda bu zihniyetin kendisinin ne kadar korku içinde olduğunu da göstermekte değil mi? Şu kadar ki, siyasal iktidar ciddi bir güce ulaşabilecek en ufak bir muhalefet girişiminin gölgesinden bile korkuyor gözükmekte, elindeki bütün "zor aygıtı" ile onu daha başlamadan bitirmeye çalışıyor.
Bu, siyasal iktidarın nasıl bir "zayıflık" ve "meşruluk" kaygısı içinde olduğunu da gösteriyor; zira siyaset bilimi okumuş herkes bilir ki siyasal iktidarın ya da devletin yurttaşlar nezdinde kabul edilebilirliğini ve asıl gücünü, daha da önemlisi devamını sağlayan şey, sadece zor aygıtı değil, ama ondan çok daha fazla olmak üzere, rıza, yani meşruluktur.
Oysa sadece zor aygıtına başvurulan böyle bir durum, rızanın, yani meşruluğun kaybedildiğinin ya da kaybedilmekte olduğunun düşünülmesiyle açıklanabilir. Üstelik, demokrasinin esasen "etkili" bir iktidarın değil muhaletin varlığıyla tanımlandığı bir dünyada siyasal iktidarın sergilediği bu tutum, kendi söylemini baltalamaktan, yani kendi bindiği dalı kesmekten başka bir anlama gelmiyor.
Tekne batarsa hep birlikte boğuluruz
1 Mayıs'ta sergilenen tutumun insan haklarına aykırılığını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde konuyla ilgili bir dava açıldığı taktirde oradan ne kadar ağır ifadelerle bezenmiş bir karar çıkacağını, yani işin insan hakları hukukuna ilişkin kısmını bir kenara bırakalım; demokratik siyasal oyunun kurallarının bile sürekli çiğnendiği bir ortamda onlardan bahsetmenin çok da anlamı yok.
Ancak şunu söyleyebiliriz: iktidarda, özellikle kapatma davasından sonra ortaya çıkan panik havası, teknenin bu sefer kaptanı tarafından da sallandığını ve alabora olma tehlikesiyle karşılaştığını gösteriyor. Bu durumda, antidemokratik uygulamaların; yani partilerin kapatılmak istenmesinin, insan haklarının herkes için eşit olarak uygulanmamasının, en ufak bir muhalefete siyasal partiler içinde bile tahammül edilmemesinin, vs. orta ve uzun vadede aslında herkese zarar verdiğini açıkça görebiliyoruz.
Bu anlamda, "kontrolsüz" gücün güç olmadığını, tekne batarsa hep birlikte boğulacağımızı hiçbir zaman unutulmamalıyız. Her ne gerekçeyle olursa olsun bugün bu şiddeti ya da antidemokratik uygulamaları savununların yarın o antidemokratik uygulamalar kendilerine karşı sergilendiğindiğinde söyleyecek hiçbir sözü olmayacak; onlar da, 1 Mayıs'ı kutlamak için meydanlara inenler gibi, kaderlerine razı olmak zorunda kalacaklar.
Gerçekten de "bir gece ansızın gelinebilir" olduğu sürece o gecenin bugün mü yarın mı olacağını, gelenlerin şu kapıyı mı yoksa bu kapıyı mı çalacağını bilmek sonucu değiştirmez. (ECG/GG)
* Ertuğrul Cenk Gürcan, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İnsan Hakları Merkezi