27 Nisan günü, bir süredir uğramadığım Taksim'e ulaşım aktarması yapmak için gittiğimde, beni karşılayan şey üstünde "POLİS" yazıları ile barikatlardı. Aklınız başka yerdeyken, böyle bir görüntüye maruz kalınca ister istemez düşünüyorsunuz, "ne yaptım ben, yine kimi öldürdüm de beni tecrit ediyorlar insanlardan" diye. Sonra nerede olduğunuzu ve tarihi hatırlıyorsunuz, bu şaşkınlık yerini kabul edilmiş bir yenilgiye çeviriyor: 1 Mayıs.
2012 Aralık ayında, ODTÜ'de yaşanan olayların üstüne bir yazı yazmış, ufaktan pasif-agresif eylemciliğin güncel hali ve bunu sürdürenler hakkında görüşlerimi paylaşmıştım üstün körü. Aslında, bundan 7 ay önce Taksim'de 1 Mayıs mitingine katılmıştım. İstanbul'a gelişi 2011'in Ağustos'u olan birisi olarak, fırsatını bulduğum ilk anda katıldığım söylenebilir. Ve miting alanını, çevreleyen şeyleri, içeriğini görünce ister istemez bir burukluğa kapılmıştım. Bu muydu yani yeri göğü inleten? Bu muydu dikkatleri üzerine çeken?
ODTÜ konusundan sonra da tatsızlığım bir şekilde unutturdu kendini, ta ki 27 Nisan'da o barikatları tekrar görene kadar. Önceki yazımda, bu tür etkinlikleri "kafese konmuş sirk hayvanları" şeklinde betimlemiştim. İçeriğinde insanlığa ya da zihinsel kaliteye dil uzatma niyeti kesinlikle olmamasına rağmen, bir kafesin içindeki aslan ne kadar korkutucu ve tehlikeli ise, yeri ve zamanı önceden belirlenmiş, halktan tecridi mükemmel şekilde sağlanmış bir miting de o kadar "bilgilendirici" ve "hesap sorucu"ydu benim gözümde. Daha önce dediğim gibi, pasif-agresif eylemciliğin insanların yaşamlarına beklemedikleri zamanlarda taş sokma, sinirlerini bozma, böylelikle akıllarında probleme dair yer etme özellikleri olmalıydı. 1 Mayıs, boyutlarına rağmen, o bariyerleri kaldırıp indiren insanlar dışında katılımcısından başka kimseye ilerleyen günlerde etki bırakmayacaktı.
Çünkü katılımcılar ne kadar şüpheci, ne kadar eleştirel, ne kadar entelektüel, ne kadar olanların farkında olursa olsun, çevresi kapalı oyun havuzunda korsan krallığını kuran çocuktan farksızlardı. Farksızdık da diyebilirim, çünkü ben de o grubun içindeydim. Attığım her bir sloganın, kendimi tatminden öteye gitmediğini, çünkü çevremdeki insanlardan yüksek bariyerlerle ayrılmış, 2 metre ötemden geçtiği halde telin sıklığından yüzümü bile göremeyen insanların beni dinlemeden yürümeye devam ettiğini biliyordum.
Diğer bir nokta da, bu farkındalığı arttırmanın televizyon ile olacağı yanılgısı. Ana haber bültenlerinin, saatlerce canlı şekilde aktardığı bu yayının içeriğinde konuşma metinlerine, gerçekte ne söylendiğine, şarkıların sözlerine dair ne kadar az odak var. İzleyicinin elindeki tek şey, boğuk şekilde çıkan konuşmanın sesleri. Hiçbir kanal ses hattından direkt akış almaz, bunu yapmasa bile metinlerin özetini anlatmaz, seçilen şarkıların kitle için öneminden bahsetmez bu yayında. Bu mudur, orada olmayan insanın farkındalığını arttıracak adım? Ya da üstünde 4-6 kelimenin yazılı olduğu pankartlar mıdır? Merak ediyorum, kaç parti örgütü sokaktaki ilgisiz insanları kolundan tutup bu pankartları göstererek "bir bakar mısınız, bunu görünce akılda ne canlanıyor" diye eleştiri kabul etmiştir? Yoksa kendilerinin adları gibi bildiği konuları oraya yazınca, bütün ülkenin bunu kabul edeceğini mi düşünürler? Keşke cevap verecek birilerini tanıyor olsaydım...
Son olarak, katıldığım mitingin sponsorları geliyor tatsız bir şekilde aklıma. Ses ve görüntü sistemlerini sağlayan firma ve vincin üstündeki kocaman reklam, insana canlı yayında saatlerce görünürlüğün ne de güzel bir pazarlama olduğunu hatırlatıyor. 1 Mayıs'ın, karşı koyduğu otorite ve ekonomik düzen tarafından nasıl da güzel kullanıldığı, insana ilginç geliyor değil mi? Eh, komplo teorisi kazanı bu, arada ateşi harlayıp birkaç baloncuk çıkartmak gerekli.
Peki ben, 1 Mayıs 2013 arifesinde bu kadar karamsar şeylerden neden bahsediyorum? Çünkü evimin camından dışarıya her baktığımda bana bakan "Türkiye'yi yeniden kurmak için 1 Mayıs'a" afişini gördüğüm için. Bu afişi her gördüğümde, işlevselliği ile yüklenen anlamının birbirinin çok uzağında olan bu günün böyle tanımlanmasına sinirlendiğim için.
1 Mayıs'ın anma, kutlama, eğlenme, birlik ve beraberliğin sadece küçük bir kısmını gösterme gibi anlamları var, bu nedenle meydanlarda yapılan kutlamaları yürekten destekliyor, arkasında duruyorum. Derdim asla o olmadı zaten. Ama "Türkiye'yi yeniden kurmak"? sadece bir gün, önceden belirlenmiş ve otoriteden izin alınmış şekilde toplanarak mı? Her türlü detaya kadar üst aranarak mı? "Yeter artık, evinize dönün" lafına uyup vakit geldiğinde giderek mi? Hayır.
1 Mayıs'ta, bu danışıklı dövüş düsturunda biraz komik kaçsa da, insanların en büyük kazancı aslında kamusal alanın nasıl sahiplenildiğidir. Danslarla, şarkılarla, sohbetlerle aslında bir alanın sivillerce işgal edilmesinin şehrin bir parçası olduğu, otoritenin de bu konuda başını eğmesi gerektiğidir. Baskıların bir şekilde yıkılabileceğidir. Ama bunu söyleyen, buna parmak basan olmazsa, Nisan ayında bu konuya kafa yormamış halk Haziran ayında vahiy gelmiş gibi değişmeyecektir ki.
Parti örgütleri de tek günde kendilerince bir araya gelecek, pankartlarının ne kadar vurucu olduğundan bahsedecek, sponsor olan firmalara o gün bıyık altından teşekkür edecek, ertesi haftalarda da "ne güzel karşı koyduk be" diye çay tokuşturacaklar tahminimce. Çünkü lunaparktaki trenlerin kalktığı, durduğu, döndüğü, heyecanlandırdığı yerlerinin net bir şekilde belli olması gibi önceden çizilmiş bir miting günü ile ülke kolay kolay yeniden kurulmaz.
Yerine ne konur peki? Ben lider değilim, partilerin başlarında bu tür fikirleri geliştirmeyi görev edinmiş bir dolu insan varken, bana söz düşmez zaten. Bundan daha verimli bir yöntemi bulmak ya da geliştirmek o insanların ve diğer teorisyenlerin işi olmalı.
Herkesin 1 Mayıs günü şimdiden kutlu olsun. İstanbul'da olanlar, Taksim konusu hala muallakta, dikkatli olun. Ayrıca bütün illerdeki insanlar, lütfen suyunuzu ve şapkanızı eksik etmeyin. Ben somurtur bir şekilde köşede sinirleniyor olacağım, bu düşünce yapısı değişmediği müddetçe. (SK/HK)