Türkiye’de 1 Mayıs ile ilgili, görüş oluşturmak makale yazmak emekçilerin sorunlarını sokağa, eyleme taşımak, yaşamın içinde gerçekçi gündemi oluşturmak oldukça zor. Kendi doğallığında emeğin haklarını mücadele ve dayanışmayı öne çıkartarak sermayenin programı karşısında emeğin programını 1 Mayısta alanlara taşımak emekten yana siyasetin, emekten yana sendikaların asli görevidir.
Emek örgütleri, şu anda maalesef, devletin ve sermayenin dönüşüm sürecine karşı kendini yeniden yapılandırmaktan imtina etmiş durumda. Eski bildik mücadele yöntemlerini aşacak irade gösteremiyorlar. İktidarın emeğe yönelik saldırılarını, ülkede olup biten demokrasi dışı gelişmeleri bir bir sıralamak önemli bir şey söylendiği anlamına gelmiyor. Bilinen gerçekleri sıralamak ve giderek mağdurluğa ‘’sığınmak’’ mücadeleyi ortaya bırakmaktır.
Mevcut sendikal işleyiş emek hareketin geleceğini, yeniden yapılandırılmasını sürekli erteleyerek işlevsiz bürokratik yapılara dönüşmüş durumda. Bu mekanizma mücadeleyi sığlaştırırken, öneri ve tartışmalara kendini kapatarak suskun bir üslupla eleştirilerin önünü kesen bir yerde duruyor.
İstanbul’da Taksim tartışmasıyla başlayan 1 Mayıs uzlaşmayla Bakırköy’de bitecekse ki; öyle oldu, bu tartışmaya hiç girmemek gerekiyordu.
Bir kentin tarihi, kültürü, toplumsal mücadelelerin hafızası, sokaklar ve meydanlardır. Taksim meydanı Türkiye işçi sınıfı için bu anlamda çok şey ifade eder. Bu nedenle 1 Mayısı basitçe bir miting olarak görmüyorsak, Taksim meydanını da basitice geniş bir mekân olarak görülemez.
Konu alan tartışmalarının ötesinde Türkiye demokrasinin defosunu deşifre eden gösterge olarak görülmelidir. Referandumda ortaya çıkan şaibe ve hukuksuzluklarda buna eklenirse siyasi iktidarın içine girdiği girdabın, burguya dönüşüp muhaliflere yöneleceği şimdiden kesinleşmiş gözüküyor.
Sınıfsal olmayan saflaşma
Küresel kapitalist sistemin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar, her ülkenin iç siyasetine uygun olarak uygulama pratiği kazanıyor. İç siyasette uzun zamandır yoksullar ve zenginler arasındaki çelişki siyaseti belirlemiyor. Aksine bu konu yok sayılarak görünmez kılınarak farklı gündemlerle toplum saflaştırılıyor. Bu saflaşmaların her iki tarafında da yoksullar olabiliyor. Sınıfsal olmayan bu saflaşmanın sosyolojik gerekçeleri egemen siyasetin politik programına dönüşmüş durumdadır.
Geleneksel devletin işleyişini değiştirme konusunda uluslararası küresel şirketlerin reform adı altında dayattıkları yapısal değişiklikleri uygulamada kararlılık gösteren AKP iktidarı, son yapılan referandumla “ben yaptım oldu Üsküdar’ı bile geçtim” laf kalabalığının arasında “eşekle Niğde” arasındaki ilişkiyi de hatırlatarak, 16 Nisan sonrası izleyeceği politikaları da işaret etmiş oldu.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş sürecinden bu zamana kadar geçirdiği iktisadi tarihi, dünya kapitalist sistemindeki gelişmelerle hep uyumlu oldu. Bu uyum bundan sonraki dönemlerde de devam edecektir. Çünkü uyumsuzluğu ortaya koyabilecek antikapitalist bir program etrafında oluşmuş muhalif bir durum şimdilik gözükmüyor. Uzun zamandır devletin iktisadi alandaki görevlerini terk etmeye başlaması, kamusal alanlardaki varlığına son vermesi küresel şirketlerin ülkeye davet edilmesi sürecinin geldiği aşamaya bağlı olarak devletin idari yapılanması işlevi ve görevlerinde de yeni düzenlemeler hep yapıla gelmiştir. AKP iktidarları ile sermaye arasındaki gönüldeşliğin sloganı “ekonomide istikrar’’ olmuştur. Küresel şirketler ve onların yerli uzantıları açısından Türkiye’deki demokrasi meselesi kendileri için demokrasidir. Grev yasaklayan, örgütlenme özgürlüğünün önünde engel çıkartan, ucuz işgücü piyasası oluşturan, asgari ücreti düşük tutan, sarı sendikaları teşvik eden hükümetler sermaye için ‘’demokrat’’ hükümetlerdir. Anayasa, siyasi partiler yasası, seçim sistemi parlamentonun oluşumu, gibi meseleler çokta umurlarında değildir. Yeter ki ‘’güven’’ ve ‘’İstikrar’’ bozulmasın!
16 Nisan giden yolun gerisinde elbetteki başka hesaplar, başka iradeler ve gerekçelerde vardır. 7 Haziran seçim sonuçlarının “beğenilmemesi”, 1 Kasım seçim sonuçlarının ‘’beğenilecek’’ şekilde çıkartılması, 15 Temmuz darbe girişimine vesile olan iktidar bloğundaki çatlama ve sonrasında kurulan yeni ittifaklar, ilan edilen OHAL ve KHK’ler, tutuklamalar, işten atmalar ve operasyonlarla toz duman olan ortalık ve kargaşa devam ederken, kendini 17 Nisan sonrasına mühürlü, mühürsüz ve el çabukluğuyla taşıyan MHP-AKP ittifakı ile şimdilik baş başa kalmış durumdayız. Sermaye açısından fazla bir sıkıntı yok; ya peki 1 Mayıs vesilesi ile görünür olmaya çalışacak işçi sınıfı açısından durum öyle mi?
Ebetteki öyle değil. Kamuda çalışanların iş güvenceleri özel sektörde çalışanların durumuna eşitlenecek. Böylelikle özel sekterde çalışanların olmayan iş güvencesi kamuda çalışanlar içinde uygulanacak. Kamu hizmetleri yurttaşların toplumsal yararı gözetilerek yapılmayacak, müşterinin memnuniyetine göre gerçekleşecek. Millet, halk, yurttaş, hasta, öğrenci, işçi artık müşteri. Aslında uzun zamandır uygulanmaya çalışılan bu sistem, şimdi devlet eliyle hızlandırılmış olacak. Devletin idari yapılanması, şirketlerin idari yapılanması modeline geçmiş olacak. Hukuk adalet, hak arama, parlamentoda tartışma iş mahkemelerinde uyuşmazlık davaları açma gerektiğinde hepsi bir KHK’ya bağlı artık.
İktidar devlet ilişkisi yeni bir evreye yöneliyor. Yeni dönem parti devleti ilişkisini güçlendirirken partililerin şirketleri de devletin güvencesinde büyüyecek. Devlet “mali disiplini” uygulamanın güvencesi olacak, kriz dönemlerinde sermayenin ihtiyacı olan teşvikleri halktan topladığı dolaylı vergileri şirketlere aktaracak. Yeni fonlar kurulacak. Kurulan fonlar büyük şirketlerin ihtiyaçlarına göre kullanılacak. Tabii ki bütün bunlar şirketlere yetmeyecek; kıdem tazminatları el çabukluğu ile nasıl buharlaştırılır onun da dolaylı hesapları yapılacak. Yandaş sendikalar tam bu noktada sarı çizgilerini açıklayacaklar.
Emekçilerin gündemi mücadele olacak
Emekçiler açısından 2019 giden yol uzun mu, kısa mı olacak çok bilinmese de demokrasi mücadelesi emekçilerin esas gündemini belirleyecek. Hak arama mücadelesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi sancılı bir sürece girdi. Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye’nin dış politikada varacağı nokta hangi belirsizliklere gebe hep birlikte göreceğiz. Siyasi iktidarın ayakta kalma aracı olarak milliyetçi ve muhafazakâr kitleleri yanında tutabilmek için hamleleri yaklaşık olarak bellidir. 16 Nisan sonuçları üzerinden bakıldığında bu yürüyüşün iktidar için çok kolay olamayacağı da şimdilik bir dipnot gibi durmaktadır.
Toplumun en az yarısının “hayır” dediği bir iktidarı gönül isterdi ki 1 Mayıs’ta emekçiler silkelesin. Ancak böyle bir durum ne yazık ki yok. Fakat şöyle bir durum var. Uzun zamandan bu yana kent yoksulları, dışlanmışlar, ekolojik mücadele verenler, ayrımcılığa uğrayanlar, yok sayılanlar, otoriter ve baskıcı rejimden bunalanlar, çok farklı kesimlerden yükselen itiraz sesleri çoğalıyor. Kent, mahalle meclisleri kuruluyor. Gezinin birikimleri mahallelerde yan yana gelişlere dönüşüyor. Yerel mücadeleler muhalefet meclislerine dönüşürse ki dönüşmelidir; işte o zaman 1 Mayıs Bakırköy’e mahkum bırakılmaz. İşte o zaman Taksim tartışması biter. Ve işte o an demokrasin kazanmaya başladığı andır… (SE/HK)