1 Mayıs 2008, tam "68"in 40. yılına denk geldi ve sendikaların (Türk-İş provokasyon iddialarını bahane ederek son iki-üç günde çark etse de) 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararlılıklarını ilan etmelerinin ardından devlet güçlerinin aleni tehditleri ve kışkırtmalarıyla, İstanbul sokakları kırk yıl önceki Paris sokaklarını aratmayacak gösterilere ve çatışmalara sahne oldu.
Aleni vahşeti üzerine birçok kişinin yazdığı doğrultuda 1 Mayıs 2008’e herhangi bir açıdan "milat" demek şüphesiz isabetsiz kaçsa bile, bu çatışmaların şiddetinin -önümüzdeki yılların muhtemel gelişmeleri karşısında geriye dönüp bakıldığında- tarihsel bir anlam taşıması yüksek ihtimaldir. Gelecekteki etkisinin ölçüsü meydana gelecek olaylara bağlı kalsa da, devletin tutumunun özü itibariyle bir rejim provası olduğu -kanımca- iddia edilebilir.
İstanbul’da Düzen Hüküm Sürüyor!
Günün akşam saatlerinde, kalabalık bir halde toplaştığımız ve her iki tarafa da hakim bir lokalden kah Taksim Meydanı’nı kah Tarlabaşı’nı seyrediyorduk. Bir yandan günün gelişmelerini yorumlayıp, olduğumuz yerlerde yaşadıklarımızı birbirimize anlatırken, öbür yanda zaplayıp durarak televizyon kanallarına bakmaktaydık. Hükümet ile sendikalar arasındaki nihai restleşmeden önce ilan edilen üç ayrı toplanma yerinden tek bir merkeze dönüştürülmüş Osmanbey (Agos’un önü) civarında sabah beri meydana gelen (korsan) gösteri ve çatışmalarda maruz kalınan gaz bombaları, inip kalkan coplar, tazyikli ve boyalı su sıkan panzerler, linçvari saldırılar, vs. devlet vahşetinin simgeleri olarak bir film şeridi gibi birbirini takip ediyordu elbette, ama benim seyrettiklerim içinde (sonraya) aklımda kalan tek bir resimdi: Nişantaşı sokaklarında süren çatışmalarda yüzü kızıl bir maskeyle örtülü olduğu için tam yaşını tahmin edemeyeceğim bir genç kız, bir elinde taş, öbür elinin yumruğu sıkılı olarak, sokağın başını tutmuş olan polislere ve panzere doğru öfkeyle avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
"Gelsenize, gelin hadi, gelin!"
Bu etkileyici kare, daha nice benzerleri gibi, göstericilerin kararlılığı ve militanlığı adına şüphesiz simgesel bir önem taşıyordu, ama iki tarafın güçleri arasında muazzam bir uçurum bulunduğu da apaçık ortadaydı. 12 milyonluk bir metropolün, hatta dünyada sayılı olan megapollerden birinin, fiilen teyakkuz haline getirilmiş kolluk kuvvetleri -bir meydanı korumaya- yetmiyormuş gibi İstanbul dışındaki illerden 30 uçak dolusu polis getirilmesi bile, devlet güçlerinin bu karşılaşmaya, bu kapışmaya, hatta bu "ulusa teşhir"e nasıl kritik (ve seyirlik) bir önem atfettiğini, o günü nasıl bir ‘milli tatbikat’a çevirmeyi arzuladığını gözler önüne sermeye yeterdi.
Onlar planlıydılar ve tek bir merkezden idare ediliyorlardı; emir ve karar en kilit yerden, devletin kalbinden gelmişti. Öyle ki, heveskar inisiyatif sahibi, icranın en başında duran kişiydi: Pimi çeken gerçekten de, 9 Ocak 2008’de Madrid’de, "Velev ki başörtüsü bir siyasi simge olarak takılsın, simgelere bir yasak getirebilir misiniz?" şeklindeki türban açıklamasında olduğu gibi, 22 Nisan’daki partisinin grup toplantısında, "Ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar," sözleriyle başbakan Tayyip Erdoğan oldu.
1 Mayıs günü polisin panzerle saldırıp gaz bombası atmaya ortalık aydınlanmadan, sabah 6.45’de başladığı DİSK binasının içinde bulunan CHP milletvekili Mehmet Sevigen’in, içişleri bakanı Beşir Atalay ve İstanbul valisi Muammer Güler’le yaptığı telefon konuşmalarından aktardığı üzere, bütün ülkenin asayişinden sorumlu bakan ile İstanbul gibi devasa bir kentin asayişinden sorumlu valinin, konumları ve yetkilerini kullanarak şiddetin (bir nebze olsun) durdurulmasını önleyecek kudrete sahip olmadıkları açığa çıkmıştı.
Şiddetin ölümlere yol açmış olmaması, cana kast edecek raddeye gelmemesi kimseyi şaşırtmasın, en tepelerdeki yetkililerin (1 Mayıs öncesinde ve sonrasındaki) fütursuzca beyanatları ve olay günü pervasızca icraatlarıyla devlet güçlerinin mevzilenişi, su götürmez bir kararlılık tatbikatı tablosu arz ediyordu. Gazete yorumcularından sıradan yurttaşa kadar birçok mutedil insanın ‘Bu öfke neden, neden?’ sorularının cevap anahtarı, ancak bu "kararlılığın" etrafında dolanarak çözülebilirdi.
Bu arada gün ikindiden akşamüstüne dönerken, artık Beyoğlu civarındaki caddelere ve ara sokaklara sıçramış olan çatışmalar yatışmış durumdaydı ve (Rosa Luxemburg’un öldürülmesinden bir gün önce Spartakistlerin yayın organı Rota Fahne’de yayınlanan son yazısının başlığı “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor!” sözünü hatırlatırcasına) İstanbul’da düzen hüküm sürmeye devam ediyordu...
Linçler Ülkesi: Kol Kola
İslamileşme ve Lumpenleşme
Cumhuriyet’in yakın tarihinde ‘kavşak’ çok, şöyle bir kurcalasanız iki yıla, son birkaç yıldaysa neredeyse her mevsime bir "dönüm noktası" düşer, fakat bizi bugüne getiren son "sapak", 2005 yılı başlarında, toplam 1 milyon civarındaki İstanbul ve Diyarbakır Newroz’larının ardından Mersin’deki bayrak provokasyonu ve hemen akabinde çığ gibi artan linç kampanyasıyla maksatlı olarak yaratılan atmosferin oluşturulmasıyla dönüldü.
Şemdinli olayı ve Hırant Dink’in öldürülmesiyle doruğuna varan, hükümetin de Avrupa Birliği’yle oynaştığı ilk zamanlarının ardından bütün gayreti ve şevkiyle dümende kalmaya çalıştığı bu yılların en temel sonucu, hukuksal ve demokratik referansların itibarının yerlerde süründürülmesiydi.
Sıranın postmodern darbeler demetinden ‘y-muhtıra’ya, ‘yargı muhtırası’na geldiğini anladığımız şu günlerdeki "tepe kavgası" ve yakın dönemdeki Ergenekon operasyonunun gösterdiği üzere, ana eksen, ülkenin geleceği daha da sağda ve otoriter yönelimlerde, açıkça belirtilmese de "Kerkük" üzerinden bir savaşın aktörü olabilmek için ona uygun bir ‘iç rejim’e esaslı bir ayar verilmesinde düğümlenmekteydi.
Nitekim ve hatırlarsanız, zembereği boşalmış bir süreci andıran bu yönelimin kilit deyişi ‘vatandaş hassasiyeti’ydi. Linç girişimlerinin meydana geldiği her şehir ve kasabada mülki amirler saldırganların açıkça ya da dolaylı olarak sırtını sıvazlıyorlar, basın açıklaması yapmaya çalışan ya da benzeri sebeplerle saldırıya uğrayan solcu gençlerin ya da Kürtlerin bir de gözaltına alınması ve haklarında dava açılması için devletin hiçbir imkânını esirgemiyorlar ve onların karşısında uluslararası yasalarca güvence altına alınmış hukuksal ve demokratik haklardan bahsedildiğinde de, "Burası Türkiye," diye kestirip atıveriyorlardı.
O arada, 2007’nin hareketli aylarında birbirini takip eden e-muhtıra, Abdullah Gül’ün Tayyip’e de ‘feyk atarak’ kendini cumhurbaşkanı seçtirişi, yine de seçimlerde AKP’nin yüzde 47’lik bir zafer kazanışı, işin tuzu biberiydi, artık toplum yarılmıştı: laikler/dinciler. Üstelik, öyle böyle bir yarılma değildi bu. Hem zaten, İslam’ın (ve onunla entegre haldeki sermaye bölüğünün) iktidarın büyük ortağı olmaya soyunuşu ve Kürtlerin artık (Ortadoğu’da) idari bir birim kurmalarının -bir şekilde- önlenemez hale gelişiyle, darmadağın olarak tarihten silinen Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kurucu miti’nin dikişlerinin birer birer attığı iyice göze görülür hale gelmekteydi.
Bunların yanına bir de, Ankara’daki siyasal vodvilin kilitlenmesinin müsebbibi olduğu açık açık telaffuz edilemeyen büyük ‘bela’yı (ya da ‘bingo’yu) eklemek gerekirdi: Kürt denklemi ve Ortadoğu misyonu. Halk katında bütün bu ‘dönüşüm’ün topluma yedirilmesinin anahtarıysa, hukuku ‘imam’ın sözüne bağlayan İslamileşme’nin yaygınlaştırılması, bilhassa taşra şehirleri ve kasabalarında ‘İslami kısıtlamalar ve adetler’in adım adım geçerli kılınması, gündelik konuşma dili ve davranışlarda da lumpenliğin ‘muteber norm’ katına çıkarılarak empoze edilmesi olacaktı.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyet bloğunun dağılışıyla (daha sonradan fos çıkmış olmasına rağmen) nasıl Türkçülük damarı kabarıp, menzili Türki cumhuriyetlerin en ucuna uzanan bir ‘Türk İmparatorluğu’ hayalleri kurulmuşsa, bu sefer de dipten dibe Osmanlı’yı (yüz yıl sonra) canlandırma iştahı başgösterecekti. (Radikal’deki yazıları Gündüz Aktan kadar kaale alınmasa da, mealen devlet emellerini zikreden Hasan Celal Güzel’in 16 Mayıs 2008 tarihli “Osmanlı Milletler Topluluğu” yazısı buna taze bir örnektir.)
Kaldı ki, ABD’li neo-con’ların niyeti de kesindi: El-Kaide’nin 2001’deki 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, ‘karanlıklar prensi’ Richard Perle’ün ve akıl hocalarından Robert Kaplan’ın ağızlarından düşürmedikleri üzere, en az 30-40 yıl sürecek ve Mısır’dan Çin’e 50-60 ülkeyi içine alacak (daha Türkçesi, Ortadoğu’dan Uzak Asya’ya dünya haritasının muazzam bir kısmını kana ve acıya boğacak) bir ‘büyük savaş’ın içinde değil miydik?
İktidarın AKP’si:
12 Eylül’cü mü, Ortadoğucu mu?
PKK’nin Dağlıca baskını ve 8 askeri esir almasının ardından ABD izin vermediği için Türkiye’nin Kuzey Irak’a henüz giremediği ve Kandil’i bombalayamadığı, AKP’nin de bu ortamda ‘yeterince saldırgan olmadığı’ ithamlarına maruz kaldığı günlerde (27 Ekim 2007) Tayyip Erdoğan’ın şu veciz beyanı, irticalen edilmiş diğer ‘ananı al da git’ laflarından farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti adına kesin bir arzu (ve kararlılık) açıklamasıydı:
"Türkiye’nin öncüsü ve lokomotifi olmadığı hiçbir projenin bu bölgede hayat bulması mümkün değildir" (abç).
Keza, AKP en büyük gücünü ve ‘meşruiyeti’ni, dünya kapitalizminin yeni evresini ifade eden ‘corporate capitalism’, büyük şirketler kapitalizminin Türkiye’de ‘ortaklaşa’ iş göreceği -şimdilik- tek seçenek olmasından alıyordu. AKP’nin o çok sözü edilen mahalle örgütlenmesi ve çalışmalarıyla murat ettiği ‘parti-toplum’ birliğinden "parti-devlet" birliğine sıçrama özlemi ve bunun yolunu da tarikatçı örgütlenmelerle döşeme dürtüsü, Edirne’den doğuya hakikaten başka bir gözle bakan Batı kapitalizminin meşrebine aykırı düşmeyen bir modele entegreydi.
1980’lerden beri yükselen neo-liberal dalganın dünyanın her bölgesinde ‘sosyal devlet’in bütün kazanımlarını birer birer geri almak için ciddi bir saldırı içinde olduğu çeyrek yüzyıllık dönemde, "corporations" denen büyük çokuluslu şirketlerin dolaysız çıkarları dışındaki her türlü ‘düzenleme’ ve ‘norm’ ıskartaya çıkartılabilirdi şüphesiz.
O yüzden, devletin, belediyelerin ve ‘kendi hükümeti’ne yaslanan sermaye kesimlerinin -giderek muazzam boyutlara oluşan- imkânlarını kullanarak, kişi başına ayda 500-1.000 liralık nakdi ve ayni yardım yapmayı ve böylece oy (ve taraftar) toplamayı şiar edinen AKP hükümeti, işçilerin ve diğer çalışan kesimlerin ‘yasal hak ve kazanım’ olarak 15 lira elde etmelerine bile hunharca saldırmakta bir beis görmüyordu. Doğu hükümranlığının eskiye dayalı ‘culus ve iane rejimi’ ile Batı dünyasının güncel "sadaka/hayır kapitalizmi"nin birleştiği harika bir kavşak noktasıydı burası.
Sungur Savran Radikal 2’nin sürekli yazarlarını "ulusalcılar" yerine "Marksistler"le tartışmaya çağırdığı yazısına şöyle başlamıştı: “1 Mayıs 2008 olayları... AKP’nin demokrasi anlayışı bakımından 12 Eylülcü bir parti olduğunu, en azından sınıf mücadelesi işin içine girdiğinde 12 Eylül rejiminin sınırlarının ötesine geçemediğini göstermişti” (abç).
Oysa 1 Mayıs 2008’in anlamlı bir gösterge olmasının temeli -kanımca- burada, Savran’ın belirttiğinin ötesinde, AKP’nin fiili icraatı ve kalben uyuştuğu rejim özlemleriyle 28 yıllık 12 Eylül mazisinden doğası itibariyle daha başka bir evreye, gözü tamamen Ortadoğu’ya sabitlenmiş, İran saldırısında ‘stratejik’ bir boy gösterme dahil olmak üzere saldırganlığı -geride tutmak bir tarafa- dosta düşmana ilan eden bir ufka yönelik olmasında yatmaktadır.
1 Mayıs 2008’te planlı biçimde uygulanan şiddetle, hem 31 yıl önceki katliamının ‘rövanşı’nın alınmamasına ‘simgesel’ bir önem atfedilmiş, ama hem de ‘bütün toplum katmanları’na -onların çıplak gözle görmeleri bilhassa hedeflenerek- geleceğin projeksiyonu yansıtılmıştır. Emekçi kesimlerin en ufak haklarına dahi nasıl göz konacağını ilan etmek üzere şiddete başvurulmuş, bu gövde gösterisiyle müessses nizamın güveni tazelenmiş, bundan böyle yerine göre orantılı, yerine göre tamamen orantısız zorun devreye sokulması suretiyle ‘müstakbel rejim ilamı’nda bulunulmuştur.
Yazıyı bir ikilem şeklinde toparlarsak: AKP (ya da onun türevi olacak ‘yeni’ parti) geçmişle organik bağı bulunan ve 12 Eylül’ün doğrudan uzantısı olup, kıta sahanlığı içinde kalan bir Eylülist parti midir, yoksa esas serüveni hâlâ gelecekte (bölgenin emperyal güçlerinden biri olma arzusuyla) şekillenecek Ortadoğucu bir parti mi?
Başka bir söyleyişle: Türkiye, içeride 24 Ocak (1980) kararları, dünyada (esasen 1970’lerin sonlarıyla 1980’li yıllarda) yükselen neo-muhafazakârlık rüzgârıyla yol alan 12 Eylül’e dahil günler mi yaşıyor, yoksa artık "80"lerle "90"ları mazi kılmış, BOP denen ‘kanlı macera’ içindeki yeni muharip rolüne talim mi ediyor? (OA/NZ)
* Mesele Kitap Dergisi'nin Haziran 2008 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır.