Birçoğumuzun bildiğinin aksine 1 Eylül, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ilan edilmiş "Dünya Barış Günü" değil. BM'nin ilan ettiği barış günü, genel kurulun açılış günü olan 21 Eylül'dür.
1 Eylül ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ve Varşova Paktı ülkelerinin oluşturduğu Dünya Barış Konseyi'nin ilan ettiği barış günüdür.
Dünyada ilan edilen ilk barış günü olmasından ötürü en anlamlısı. Anlamını Nazi Almanya'sının Polonya'ya girerek İkinci Dünya Savaşı'nı başlatmasından alır. Dünyanın bugüne dek gördüğü tüm yıkım ve kıyımların sebebi olan savaşların yerine barışın hüküm sürmesidir amaç.
Ancak SSCB'nin 90'lı yıllarda dağılması ve Çin'in de 96'da konseyden çekilmesiyle dünya devletleri bugünü, 1 Eylül'ü kutlamamıştır.
Dünyanın birçok yerinde 1 Eylül'e yakışan eylemler yapılır, dünyanın ezilenleri tarafından. Türkiye'nin ezilenlerinin, yani Kürtlerin, sosyalistlerin, demokratların, eşcinsellerin, kadınların, emekçilerin yüksek sesle "Barış Hemen Şimdi!" dedikleri en güzel gündür. Sırf bu yüzden Dünya Barış Günü'nden ziyade "Türkiye Barış Günü" gibi gelir bana.
Dünyaya haykıracak, söyleyecek sözümüz olmadığından değil elbette. Burumuzun dibinde süren savaştan gayrı ilk neyi düşünebiliriz ki? Ya da nasıl düşünebiliriz? Gelgelelim biz ezilenler dünyanın diğer ezilenlerini hiçbir zaman unutmayız da.
Dünya sosyalistlerinden kalan bir mirastır aslında 1 Eylül. Günümüz devletlerinin dolambaçlı anlattıkları, özenle ve dikkatle seçilmiş, diplomatik/şifreli kelimelerle doldurulmuş, görünenin çok gerisinde, elimizin ve aklımızın ulaşamayacağı yerlerde saklanan barış mesajlarının çullandırıldığı 21 Eylül ya da başka herhangi bir günden farklıdır 1 Eylül. Öyle ki çıkarız, yürürüz, sloganımızı atarız, eylemimizi yaparız ve dosdoğru söyleriz: İlle de barış!
Belki de bu yüzden Türkiye'nin tepesindekilerin çok hoşlanmadığını görürüz. Yeni yöntem gereği de sahiplenme hissine kapılabilirler tabi. Hani içeriğini boşaltmak için.
Devlet erkanının barışı temsil etmesi hep garip gelmiştir bana. Niye? Savaşları devletler çıkarır da ondan. Türkiye'de süren savaşın müsebbibi kim diye sorsalar, devleti adres gösteririm hiç çekinmeden. Savaşların çıkmamasından da yine o sorumlu değil mi? Bu paradoks içinde boğulurken devlet, çıkamazken işin içinden, olan her türlü ezilene olur vesselam. Ezilen, ezilmekten kurtulamaz ki bu da bizim paradoksumuzu oluşturur: Çoğunluğuz ama ezileniz!
Bu yıl da 1 Eylül'ü boş geçmek istemem. Bana en yakın yerde ne varsa gidip katılmaktır hedefim. Türkiye'nin tüm ezilenleri bunu yapmalı. Her günümüzü barış gününe çevirebilmek için örneğin; çocuklarımızın ellerinden tutup barışı kutlamaya götürebiliriz. Devletin her yıl "coşkulu" ve pahalı gösterilerle savaşı ve ötekinin üzerindeki tahakkümünü anlatan özel günlerinin yanına bir de bunu koyun, sonra kendinizi nasıl hissedeceksiniz acaba? Barışı oturduğumuz yerde istemekle barışa ulaşmaya çalışmak arasındaki farkı görebilmemiz için acılarını sayamadığımız bu savaşın daha ne kadar sürmesi gerekecek. Hepimiz biliyoruz, barış ısmarlama elde edilecek bir şey değil. O yüzden çok değerli ya!
Değeri, altın ya da elmas gibi değil, ekmek ve su gibidir. Onun için harcadığın emekle eşdeğerdir barış. Tam da bu nedenle hepimizin barış için yapabileceği bir şey var. Rant yok, para yok, koltuk, unvan ya da tuzak yok. Harcadığın emek kadar barışa uzanabileceğini bilir insan. "Bana ne, ben halimden memnunum!" deme sakın, barış olmayan yerde kimseye huzur da yok. Hepimiz bir diğerine barış için yapabileceği bir şey söyleyebilir.
Gelin 1 Eylül'de hepimiz caddelere ve sokaklara akalım, ortada hiçbir şey yoksa bile o gün sadece barışı konuşalım. Hatta önerimdir, konuşmaya şu soruyla başlayabiliriz: Selamlar, ben de barış istiyorum. Onun için ne yapabilirim? (FB/TK)
* Fırat Bilir, Şırnak Emek Platformu.