Işık mı değişti, yarın günlerden hangisi derken, gündemi takip adına yapıştığımız ekranlardan kısacık kaçan bakışlarla 1 Eylül geldi, kapıda!
Nisan 15’de başlayan ve türlerin yumurtlayıp üremesine bir nefeslik fırsat veren yasağın sonu demek, 1 Eylül. Sanki yokmuşcasına yaşadığımız bir savaşın göbeğinden denizin günlerini saymak tuhaf hissettiriyor insana ama benim şehrimde balık demek, lüfer demek, palamut demek, hele son 6 yıldır kavga demek, kural tanımazlarla alabildiğince kavga demek. Bana 1 Eylül kavga demek.
Kavga demek zira şehrimin rengi, şehrimin kaderi, şehrimin kokusu deniz. Kavga demek zira bu deniz son 30 yıldır talan ediliyor. Kavga demek zira yıllardır talan edilen denizin emaneti balık ve o balık ki şehrimden belki de son kalan bana. Kavga demek zira hoyratlıktan yırtmak gerek. Kavga demek zira bir sonraki durağa beraber varmak gerek; balığı, balıkçısı ve yasa yapan, yapmayan siyasileri ve bürokratlarıyla. Öyle bir kavga ki hem zerafetle, hem ısrar ve hatta inatla ama en çok da inanarak iyiye ve adile ve temize gitmek gerekiyor bu kavgada eşkiyanın üzerine. Bir kavga ki talanın sonunu getirmek üzere.
Haliyle 1 Eylül çok önemli benim takvimimde.
Sözüme değer verenler her yıl bu vakit sorarlar; lüfer sahiden yok mu oluyor, peki boy neden önemli, devlet yok mu, yasa ne diyor, gırgır lobisi ne istiyor, lüfer nasıl kurtulur… Lüfer bir sembol. Alın yerine bir şehrin vaktiyle çeşmelerinden akan memba sularını koyun, alın yerine ormanlarını terk eden yaban domuzlarını ya da isterseniz fıstık çamlarını, erguvanlarını koyun.
Doğru soru aslında, bu şehir nasıl kurtulur’dur. Yine de takvime sadık kalalım. Balıktan konuşalım kaybettiğimiz bir şehri ve coğrafyamızın bize biçtiği kaderi.
Başından ilan edeyim, balığımızın durumuna dair kimsede yeterli bir bilgi, kıyaslanabilir analizler ya da raporlar yok! Av araçları, av kapasitesi çarpanı ölçülemez bir şekilde büyümüş, sürdürülebilirliğine dair tek satır çalışması yapılmamış obez bir gırgır ve trol filosuna karşılık stok sayımı yapılmamış bir denize sahibiz. Bunu söyleyebiliyorum. Yani, 80’lerde en büyük kayıklar 20 metre iken bugün 60 metrelik ve teknolojinin son harikası gırgır kayıklarımız var ama denizin balık üretme kabiliyeti aynı ve biz ne kadar olduğu hususunda bir çalışma yapmış değiliz. Bu durumsa yüreğimde derin bir yara.
Elbette denize bir kaynak olarak bakmak, balığı bir can değil de besin kaynağı olarak görmek de temiz ya da adil değil. Gel gelelim insan kendini merkezine oturttuğu bir sistem dahilinde her şeyi ekonomisi oranında okuyor ve değerlendiriyor. Av dahi olsa, balık da öyle.
Bu bağlamda şehrimin rengi, ışığı, kokusu denizin talan edilişinin açıklaması da zor değil: “sektör yaratıyoruz”, “kuvvetli bir balıkçılık filomuz olmalı”, “ucuz protein kaynağı sağlarken ekonomide canlılığı da garantilemeliyiz”. Kalın sac ithalatının Özal döneminde özel izinlerle yapıldığı, kuvvetli gırgır kayıkları yaptırma sevdasına Japonlar’ın Marmara’nın orkinoslarını hasat etme ihtirasının eklendiğini hatırlayan kaç kişi, balıkçılar haricinde, bilmiyorum tabii. Sepye fotoğraflar bunlar. Sırtında orkinosla Akaretler’i tırmanan hamal ya da ıstakozları yarıştıran kabzımalların açık arttırması kadar.
Sepye, evet.
Bugün şahane akıllı telefonlarımızın filtrelediği facebook fotoğraflarımız ise 14-15 cm’lik bebe lüferlerin kilosonun 75 liraya kadar çıktığını gösteriyor.
Oysa şehrimin kaldırımları dolar taşardı balıkla, Ekim geldi mi. Oysa Boğaziçi’nin köylerinde parmağını lüfere kaptırmamış çocuk yoktu, düne kadar. Oysa balık bir ekonomi değil, bu şehri paylaştığımız bir candı, gelişi heyecanla beklenen, mevsimleri ilan eden, mahalleleri şenlendiren. Oysa İstanbul Boğazı bereketi ölçülemez bir biyolojik koridor!
Her ne kadar veri yoksa da, yani sahiden yoksa da, zira kooperatifler söyleyecektirler, kayıdı kuydu yok tutulan balıkların, biliyoruz ki denizlerimizde canlılık her geçen yıl yitiyor. Biliyoruz zira tezgahlarda fiyatlar artıyor, belli ki çok da ekmek bulamıyor balıkçı çıktığında kayığıyla. Biliyoruz zira tezgahlarda her yıl biraz daha küçük balıklar var. Biliyoruz zira yasak konsa dahi kimse umursamıyor tutup getiriyor yavru balığı. Biliyoruz zira ekmek kazanmak gerek, denizleri talan bahasına.
Bu yıl da farklı değil 1 Eylül. Üstelik yeni bir tebliğ yayınlandı. 27 cm’den önce üremeye başlayamayan lüfer balığı artık 18 cm’ken avlanabilecek; yasasına uyan balıkçı dahi talan edecek denizini böylece.
Yetmiyor! Marmara’da bu yıl ilk kez 45 gün ışıkla avlanılmaya izin verildi. O bahsettiğim, Akdeniz’de orkinos avına dahi giden 60 metrelik ultra donanımlı kayıkların bir de ışık yakıp yapacakları hamsi avından sonra lüfer de aç, palamut da, kıyım yaşanacak sezonun taa en başında. Adalar bölgesinde kimbilir ne kavgalara şahit olacağız!
1 Eylül geldi evet ve mücadele katman katman.
Kavgam devam ediyor, sokakta, yazıda, bakanlıkta ve balıkçının yanında, bazen karşısında. Bol bol link bıraktım size, bu kolay bir hafta sonu okuması olsun, daralmış kalbinizi bir de ben karartmayayım diye. Ama iyi ve temiz ve adil için inançla kavga etmek gerek. Hoyratlığa kapılmadan, azimle. Dilerim siz de olun yanımda. Genç lüferler değer buna.
Yarın adına. (DK/NV)