İthafta yazar “Bu kitap İstanbul’a ve evi terkedenlere adandı” demiş. İstanbul sanki son durak, evi bir nedenle terk edenler için. Ya da başka diyarlara ulaşabilmek için bir süredir “toplanma merkezi” haline dönüştü. Aslında kimi şehirler metropol kimliğine büründü mü, kaderleri-gidişatları biraz da böyle oluyor.
Daha dün, bir önceki yılın en çok terk edilen şehirleri sıralamasında açık ara ile birinci çıkmış İstanbul. Öbür yanıyla da yerini-yurdunu terkedenin yüzünü döndürdüğü şehir İstanbul. Eh, yakışır! Bunca İstanbullu olmayanın karargah kurduğu bir şehre de bu yakışır doğrusu…
İşte sırf bu nedenle belki de herkesin hem önceki hayal dünyasında hem de gerçek hayatında bir İstanbul’u var. Çok çok azında bu ikisi kesişir. Devasa çoğunluk için kayboluştur ya da büyük kalabalıklar içinde yalnızlıktır…
“İSTANBUL, özlenen şehirdir artık. Sokağında yürürken, evlerinin içindeyken, gürültüsüne karışmışken, dahiliyken özlenen şehirdir. Şimdi herkes şehirle beraber şehrin yasını tutacak. Mecbursunuz. Paya dahil edilmeyenler, yabancılar, göçmenler, uzaklardan gelip şehri sevenler, onlar da ağlayacak. Dağılan manzaraya bakıp bu bizim şanssızlığımız olmalı, diyecekler. Kendilerini uzaklaşan hayallerden sorumlu tutacaklar. Biz nereye gitsek orası yakılıp yıkılıyor, diyecekler. Bizim olan hiçbir şey yok şu dünya üzerinde. Ne bir ülke ne de bir şehir.”
İşte böyle bir şehre geliniyordur! Herkesin, aynı zamanda da Hiçkimsenin şehri olan ya da olamayan İstanbul’a.
Bir şişe var roman boyunca bir yerde bulunmuş olan, her şekle girebilen bir şişe. Sahibi “Aşağı İstanbul’un bilgesi”. Sekizyüzyıl evvelin bilgini Cezeri, miras bıraktığı hikayesini Kitab-ül Hiyel’de anlatmıştı! Pratiğini Diyarbekir sarayında saray erkânına sunduğu hayatı kolaylaştıran robotların sanki sekizyüzyıl sonra şehri-İstanbul’a farklı boyut ve anlamda izdüşümü olmuş yapay zekalarla haşır-neşir dünyada her şekle girebilen bir robotun dünyası.
Gökçe Bilgin, sahiden çok oyuncaklı bir roman yazmış. Sırlı ve Sırmalı bir de Efsunlu bir oyuncakla, sanki geçmiş zamandan bugünün güncellenmiş hâline gönderme yapıyor.
Sanırsın ki; Orwell’in 48’i tersine döndürerek 84’e gönderme yaptığı 1984’ün 40. yılında bir İstanbul 2024’üyle alın size distopya diyor yazar.
Tam da bu ruh hali içinde söylüyor sözünü satır arasında; “Bana göre duygusu yüksek anlatımlar, her zaman yapısı sağlam olanlardan daha etkileyicidir.” Hem tecrübe denilen şey, duyguların kılıfa sokulmuş halinden başka hangi işe yarar ki!
Öyle bir İstanbul ki; “İstanbul’un tüm geçmişine sadakatle bağlı bir yol yapılacaksa filozoflara, dervişlere, delilere selam göndermek gerekiyordu. Padişahlara, krallara, başkanlara çatmak gerekiyordu. Ayyaşlara, âşıklara, hırsızlara ve papazlara ve imamlara ve fahişelere ve kaybedenlere ve evi terk edip gidenlere yer vermek gerekiyordu.”
Peki yer verilebilmiş mi? Değil tabii ki! Yersiz-yurtsuzluk, terk etmiş olmak ve terk edilmiş olmak. Su’ya, Toprağa ve Kutsiyeti olan Ateş’e hürmeten yazar bu tebaya selama durmuş sanki.
Şehri öyle bomboş duygularla göremeyenler, hiçbir şeyin peşinde değilmiş gibi gezecekler sokaklarda. İşte ancak şehrin kalabalığına o zaman eklenebilecekler. “Şehir yeterince kalabalık değilmiş gibi bir de sen sokağa çıkacaksın. İşte o zaman da şehre yazık olur.”
Politik arka planı ve göndermeleri güçlü bir roman olmuş. Cesur da elbette. George Orwell’in “Büyük Birader”inden bugüne artık “Başkan” var orta yerde, başkası yok!
“Tek tek sayamayacağım kadar çok yerde Başkan’ın yüzü ve sesi var. Dinlememek mümkün değil. Görmemek için arada bir gözlerimi kırpıyorum. Ama korkuyorum. Yüzüne bakmadığımı görürler de beni de kaybederler diye. Hapishanelerde ne kadar çok kişinin kaybolduğunu bilseniz, bu korkularımı anlardınız. Sadece hapishanelerde mi, dışarıda, apaydınlık zamanlarda, gündüz vakti kaybolan insanlar varmış.”
Öyle ki düşman yaratmak üzerine kurulu bir dünyanın kurgusu var romanda; “Kafası çalışan insana tahammülleri yok ki. Koyun gibi peşlerinden gidecek insan tutuyorlar yanlarında.”
Edebiyatın, iyisinin tabii ki; insanın huzurunu kaçıran-kaçırması gereken tarafı olmak zorunda. E, zaten makbul olanı da budur. Gökçe Bilgin muktedir Türk entelijansiyasına sıkı bir gönderme yapıyor. Kürdün organik coğrafik şehri olmamakla birlikte şehir olarak en çok Kürdün yaşadığı şehrin, “Kürtlerin İstanbul’u” üzerinden de olası muhataplara bir edebi yüzleşme kapısı açıyor.
Çünkü “Hayat tezgâhında kirlenmiş kulaklara seslenmekle, enerji saçan birine seslenmek arasında çok fark olsa gerek.” Değil mi? Soru çıplaktır ve budur…
Şimdi “05.45 İstanbul”dan iki uzun paragrafla yazıya noktayı koyacağım. Ama bitirirken diyeyim ki; o kadar özgün cümleler ve paragraflar var ki, altı çizilesi ve vurgulamadan geçmeyeyim…
“Savaşı arkamızda bıraktık ve buraya geldik. İstanbul’a. Burada da savaş çıktı. Ben de değişmeyen yazgımın peşinden gitmek yerine ona seslendim. Gel artık al şu canımı, dedim. Bak boynumu uzatıyorum. Kılıçla, baltayla kesemezsen, kurşunla al canımı. Ateşe at beni. Bir damla suda boğ. Olmadı dilimi kes. Dilimi kara bedenimin kararmış çukurundan çekip al. Ağzımın içinde kalıp yuvarlanacakken, rastgele kelimeler seçip konuşacakken, acıma, kopar onu. Dilim senindir artık. Ben kargaca konuşmayı unutmuş bir kızım. Kargalardan koparılmış, kargalar gibi konuşamayan, karga anne-babadan doğma, karası kaçmış bir kargayım. Tüylerini boyamış, kelimelerini değiştirmiş, yabancı biriyim. Aslında o kadar da kara değilim. Zaten karalık da ten renginden ziyade niyete aykırılık katmak için kullanılan bir nedir, hadi yardım et bana. Bahtı kara olanın üslubu da kara olmaz mı?”
“Hapisteki birinin öncülüğünde yola çıktılar. Onun mesajı önce dağlarda yankılandı. Dağların altındaki mağaralara saklanmış çocuklar büyümüştü çoktan. Dağlılar geliyor kaçın, dediler. İstanbul’un göbeğinde hep bir ağızdan konuşmaya başlayan topluluğa önce tazyikli su ile müdahale edildi. Sonra ses bombaları, yaralayıp geçen darbeler ve öldüren kurşunlar kullanıldı. Şehrin diğer ucuna kadar sürüklediler onları. Kadınlar, çocuklar, erkekler ve artık yaşamayanlarla beraber şehrin ucundaki köye kadar sürüklendi ahali. Halkın rahat nefes alması için yapılan şeylermiş bunlar.”
İyisi mi ikinci romanında da şaşırtıcı bir farkındalıkla okuruna sürpriz yapan Gökçe Bilgin’in İstanbul’unu okuyun derim. Seveceksiniz…
*Gökçe Bilgin, 05.45 İstanbul. İletişim Yayınları.
(ŞD/AS)