"Aman otosansürünü kırma" diye kendime telkinde bulunuyorum ama şu hapishane ortamında olmuyor işte. Osman Ulagay yeni kitabını yolllamış, adı da Türkiye Kime Kalacak? Üstelik de alt başlığı var. Dahası Ulagay'ın üslup ve uygulamalarının somut bir delili olarak varlığımı koruyorum.
Ulagay, samimi bir iç hesaplaşma, donanımlı bir dünya ekonomi ve dış politika bilgisi ile şeffaf bir tartışma çağrısı yapıyor kitabında.
Öncelikle Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) içteki desteğiyle ve dıştaki elverişli konumlanmalarla kurulan ilişki ağlarının çağdaş yorumlanması sonucu nasıl bir başarı sağladığını anlatıyor.
Buna "Erdoğan'ın hikayesi" diyor ve karşısında alternatif bir hikaye olmadığını, olamadığını vurguluyor. Yani Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) sözediyor. Ulagay'ın CHP esas çözümlenmesi gereken muhalefet veya alternatif konum olarak değerlendiriliyor. Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) adı birkaç defa geçiyor ama analize girmiyor.
Kemalist/Atatürkçü CHP'nin geleneksel çizgisinin ufuksuzluğu etraflı bir biçimde işleniyor. AKP'nin başarısının nedenlerini tahlil etmeyen CHP taraftarları veya ona oy verenler, halkı cahillikle suçlama alışkanlığını sürdürenler çeşitli vesilelerle uyarılıyor kitapta.
Bu tesbit ve anlatımlar yerinde ve gerekli tabii, zaten partinin (CHP) kendisinden ziyade destekleyenlerin ufuksuzluğu ön planda...
Tarafsız bir biçimde baktığımızda CHP'deki değişimi de görmek lazım. Yüzde 10 bile olsa, yeni rüyaya hiç yetmese de, mucizelere de açık kapı gerek.
Ulagay'ın kendi anlama ve sorgulama aşamalarını sürükleyici ve bilgilendirici bir yöntemle bize sunması bu tartışma çağrısını güçlendiriyor. Ne var ki siyasi çözümlemesi bence fazlaca iktidar odaklı, ya miras ya da fetih çağrıştırıyor yer yer.
Özellikle kitabın adı bu tür bir sesleniş sanki: Türkiye Kime Kalacak?
Ancak altındaki ironiyi anlamaya çalışınca durum değişebilir. Mesela Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın 12 bin aileyle yaptığı Türkiye Aile Yapısı Araştırması algının değişmesine yardımcı olabiliyor.
26 Nisan'da Radikal gazetesinde verilen bazı sonuçlar şöyle: Yüzde 44 kitap okumuyor, yüzde 74 sinema tiyatroya hiç gitmemiş, yüzde 68 spor yapmıyor, yüzde 75-80 dindar eş istiyor, yüzde 98'inin gece hayatı yokmuş (gece hayatı nedir diye düşünmeden edemiyor insan: sabaha kadar vurdu kırdı diziler seyretmek mi, dışarı çıkıp yürümek mi, bir kafe veya barda oturmak mı, içkili restoranta gitmek mi, sarhoş olup mahallede nara atmak mı, arkadaş ziyareti mi, uykusuz kalıp iş bitirmek mi, yoksa gece hayatı karanlıkta tamamen pasif olmak mı?).
Ne yapalım anlamak zor. Madem ki yüzde 50'nin seçmenleri, yüzde 74 hiç sinemaya gitmemiş [sadece evde küfürlü film seyretmiş olabilir] madem ki yüzde 44 kitap okumuyor, farklı hayat ve algılarla karşılaşmak olasılığı epey düşer.
Büyük rüyayı yaratmış olanları kastediyorum. Diğer yüzde 50'nin yarısının (CHP) da, Ulagay'ın anlatımına göre ufku afaka değmemiş, diğer yarısının yarısı da Ulagay'ın kitabına hiç girmemiş. İşte geldik dayandık yüzde 10 barajına ve takılı kaldık yine.
Koalisyon hükümetleri kurulmadan önce, dünyanın her yerinde küçük partilerden birine "anahtar parti" derler. Bizde yüzde 10 barajıyla pek de küçük olmayan anahtar parti meclis dışında kalmıştır yıllarca. Ama bağımsız adaylar yoluyla meclise girmeyi başarır.
Barış ve Demokrasi Partisi'nden (BDP) söz ediyorum. Tabii zihnimize, ruhumuza yerleşik ağır bir otosansür var ve bu sansür AKP iktidarından çok çok önce yerleştirilmiş kuşaklar boyunca; sadece kelime ve kavramlar değişebiliyor ama otosansür yerleşik. Üstelik insanı kızdıran BDP'li vekiller de olabiliyor- 4+4+4'ü desteklemek gibi. Ama var ve önemli bir parti.
Ulagay kitabında en önemli sorunlardan biri olarak Kürt sorununu da ihmal etmiyor. Kitapta bununla ilgili iki cümle var, biri başlarda biri de sonlarda. Ama Kürt siyasal hareketinin tebaruz etmiş ve 20 küsur yıldır süreklilik kazanmış, bugün de BDP olarak 36 milletvekili çıkarmış, alternatif muhalif duruşu kitapta hiç yok.
Neden?
Bu hepimizdeki otosansürün bir tezahürü mü? Yoksa çağdaş hayal /hikaye olarak tasvir edilen kadın, genç birlikteliği "ülkenin sorunlarına yaratıcı çözümler üreterek birlikte çalışmanın birlikte başarmanın benzersiz hazzını keşfeden..." gençler (s. 137) kadınların dinamizminin BDP'deki potansiyeli ve gayreti hiç bilinmiyor mu? Hiç olmazsa "eş başkanlık" ve "kota" uygulamasının diğer partilere- özellikle kadın üyelere-- nasıl örnek oluşturduğu hiç akla gelmiyor mu?
İktidarda sık tekrarlanan bir söz var "normalleşme" diye, normal olana kim karşı çıkabilir? Ama bu normalleşme neye göre, kime göre? Normalleşen insan mı yoksa bir ürün mü? Yoksa insanın kendisi bir ürün mü? Sulu tarım mı organik tarım mı uygulanan? Bu soruları kenarda bırakarak muhafazkar ideolojinin ana ilkelerini hatırlayalım: gelenek, hiyerarşi, organik toplum, pragmatizm, insan gücünün sınırlılığı. İdeoloji ile uyum varsa organik bir normalleşme isteniyor dindar kuşaklar yaratarak.
İdeoloji ile uyumlu ancak muhafazakarlığın başka bir temel ilkesi de insanın sınırlarını idrak etmesi. Bu ilke özellikle doğanın ve tarihin (çoğul halleriyle) korunmasını (muhafaza) ve herşeye hükmetmekten vazgeçmeyi telkin eder. Tekliğe pek izin vermez mantık açısından çünkü doğa çoğul, tarih çoğul, din çoğul, mezhep çoğul, dil çoğul, iklim çoğul. Gelenek de çoğul. Yani muhalefet terbiyesi teklikle devam edemez "normal" koşullarda.
Ancak bir siyasi kültürümüz var, çabuk değişmiyor. Vesayet gerilese velayet başlıyor, yani velilerimiz var hep.
Ulagay, AKP iktidarının askeri vesayeti üzerimizden silkelerken eski sansür ortamını aratmayacak yeni sansür ortamının nasıl güçlendirildiğini de anlatıyor.
Kısaca başarı, nedenleri ve sonuçları açık ve şeffaf ancak tek hakimlik geleneği siyasal kültür olarak sürüyor. Kitapta sorgulama bir ikilik çerçevesinde ağırlık kazanıyor DP/CHP [Demokrat Parti/Cumhuriyet Halk Partisi], AP/CHP [Adalet Partisi/Cumhuriyet Halk Partisi], ANAP/CHP-SHP [Anavatan Partisi/Cumhuriyet Halk Partisi-SosyalDemokrat Halkçı Parti], AKP/CHP [Adalet ve Kalkınma Partisi/Cumhuriyet Halk Partisi].
Başkanlık sisteminden söz ediliyor kitapta ama iki parti sisteminden açıkca söz edilmiyor. Halbuki bu ikisi birbirini tamamlar ve nihayet aşkın (meta) bir demokrasi olur, sonra da malesef post "demokrasi" çağları veya Penguen Dergisinin isabetli deyimiyle "tutukluluk çağları".
Ulagay'ın alıntıladığı Dominique Moisi'nin "güven" kavramıyla ilgili üç temel duyguyu unutmamak gerekir: Korku, umut ve aşağılanma kültürü, bu mükemmel bir çağdaş üçlü oluşturuyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) demokrasi umudunu korku üzerinden işledi; "islami terör" ve haçlı seferlerini dile getirdi ve bu uğurda ittifak yapmayanları fena aşağıladı. Hatta ittifaka dahil olan hükümetleri (İspanya ve Polonya en hazin örnekler) halklarıyla birlikte müttefik saydı. Hatta hiç çekinmeden televizyona çıkıp bu asker gönderen devletlerin nüfüslarını yüz milyonlarca insanın toplam "müttefik" sayısını söyledi. Eğer 1 Mart tezkeresi kabul edilseydi 70 milyon üstü nüfusla Irak talanına katkı sunanlar arasında bizler de sayılacaktık.
Allahtan vicdanlı bazı muhafazakar milletvekilleri sayesinde bu felaket önlendi.
Gelelim Osman Ulagay'ın kitabında kurduğu hayale: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Fulya Hanım. Potansiyelin şu anda dışında bırakılmış yüzde 50'si de hesaba katılmış.
Bir de "Genç Türk Baharı'ndan söz ediliyor. Girişimci gençler sanki suya sabuna dokunmama halini terk etmiş, hepsi alternatif Türkiye, demokratik Türkiye hayaliyle işe koyulmuş ve Olimpiyatlara hazırlığı tamamlamış. Ama genç Türk Baharı gerçekten sorunlu bir kavram, hem jön Türkleri hatırlatarak zamanı geriye çekiyor, hem de yeni Anayasa gayretlerine Türkiyelilik veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı konusunda ışık tutmuyor.
Başbakan Erdoğan'ın "geçmişteki her politika kötü" anlamına gelen sözlerini de değerlendiriyor Ulagay.
Bu söylem Cumhuriyetin ulus-devlet inşası sırasında Osmanlı için de aynen söylenmişti. "Tekoloji"ye kendini kaptıran her iktidar böyle konuşur. Bunun için hayal kurarken ve büyük rüyalar yaratmak isterken aynı zamanda Karşılaştırmalı Tekoloji İncelemelerine ağırlık vermek de gerekiyor.
Ulagay'ın kitabının çok yönü var, her taraftan tartışılır uzun süre. Yazarının da işaret ettiği gibi önce tarihte, hayatta her alanda, yani zamanın ve mekanın her boyutunda aslolan çoğulun nitelikli, onurlu, vicdanlı bir yönetişim ahlakıyla yaşatılmasıdır.
Hırstan, gözü kör rekabetten, aşırı ihtirastan, ele geçirmek sahip olmak dürtüsünden çok günümüz değerleriyle paylaşan, danışan ve çoklu iradeleri birarada tutan hayale ulaşmak değerli.
Adına "çoğulu eşit katma hayali" denebilir. Kısaca kadını ve gençliği, çoğul mağduriyetleri eşit temsiliyle ve eşit katılım hakkıyla birarada tutan, doğayı, tarihi tüm çeşitleriyle, emeği tüm yaratıcılığı ile koruyan yönetişim hayali...
Bu muhafazakarlık dahil birçok ideolojinin yapabileceği birşey. Bugün (29 nisan) Radikal İki'de Fuat Keyman'ın da vurguladığı gibi sosyal demokratların da yoğunlaşması gereken bir hayal, hem katılımcı demokrasi hem de temsili demokrasi yollarıyla.
Nifak ile bifak şartlarından kurtulmadan afakı yakalamak ne mümkün! Osman Ulagay'ın kitabının ana fikri de bu aslında ama afakı eksik tutmuş. Ben ise "ağırlaştırılmış demokrasi" koşullarında otosansürümü içime attım. (BE/BA)
* Osman Ulagay, Türkiye Kime Kalacak?/ Başbakan'ın Yazdırdığı Kitap, Doğan Kitap, 172 sayfa, Nisan 2012