Tarihin bazı anları, sadece akışını değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda bir geleceğin hayalini kuran dönüm noktalarına dönüşür.
20 Mart 1993… Abdullah Öcalan, Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde bir açıklama yapıyor. Önünde birkaç gazeteci, kameralar kayıtta, herkes pür dikkat.
O gün Öcalan, tarihi bir mesaj veriyordu: “Biz, ordu birlikleri üzerimize gelmedikçe ve çok zorunlu bir meşru savunma durumuna düşmedikçe, 20 Mart’tan 15 Nisan’a kadar ateş etmeyeceğiz. […] gelişecek saldırılar kesinlikle bizden kaynaklanmayacaktır. Böylelikle uluslararası, Türkiye ve Kürdistan kamuoyunun barışa imkân sunmak biçimindeki dileğine de karşılık vermeye çalışıyoruz. Olası bir siyasi çözüme kendimizi hazır tuttuğumuzu belirtmek istiyoruz.”
İlk ateşkes açıklamasıydı ve birçok çevrede bir umut dalgası yarattı, büyük bir beklenti doğurdu. Her zamanki gibi çözüm karşıtları olsa da önemli aktörler devredeydi. Çözüm için üzerine düşeni yapmaya hazırdı.
Peki, verilen imkanla barış mümkün olacak mıydı? O gün, belki de Türkiye’nin kaderini değiştirecek soruydu bu.
Ancak bu sorunun cevabı, beklenenden çok daha hızlı bir şekilde verildi.
Özal’ın ani ve şüpheli ölümü, General Eşref Bitlis’in şüpheli uçak kazası ve çatışmalardan beslenen karanlık güçlerin direnç gösterisi…
Barış, doğmadan öldü. Ardından daha büyük bir savaş başladı. Köyler yakıldı, faili meçhuller arttı, şehirler kuşatma altına alındı.
Bir nesil, barışın mümkün olabileceğini hiç bilmeden büyüdü.
Tarihin kırılma anı diyebileceğimiz ikinci bir fotoğraf ise yakın zamanda çekildi.
27 Şubat 2025…
32 yıl sonra, aynı topraklarda yeniden barışa imkân veriliyor.
Abdullah Öcalan, bu kez tutulduğu İmralı’da yanında DEM Parti Heyeti, avukatları ve birlikte kaldığı arkadaşlarıyla bu kez gazetecilere değil çekim yapan o tek kameraya karşı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı yapıyordu.
Açıklamanın görüntüsü her ne kadar henüz toplum tarafından izlenilmemiş olsa da biliyoruz ki o tarihi anlar kayıt altına alındı.
Paylaşılan tek fotoğraf karesini, aslında 32 yıl öncesinin hikayesi olduğu kadar bundan sonraki sürecin de izdüşümü olarak okumak mümkün.
Gözleri, uzun yılların yükünü taşıyan ama hâlâ kararlı bir ifadeyle objektife bakıyor. Arkasındaki beyaz kolon, sembolik bir yükü temsil eder gibi.
Tam da bu fotoğrafın çekildiği an, Öcalan’ın “…bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.
Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”
Öcalan’ın çağrısı, tarihsel Kürt sorununa dair önemli bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Daha öncekilere benzer bir ateşkes mesajı değil, geçmişin birikmiş çatışmalarını ve müzakerelerini süzgecinden geçirmiş bir davetti.
Bu daveti yorumlarken, ikinci kırılma anında çekilen bu fotoğrafın ötesine bakmak gerekiyor.
Öcalan’ı ve bu süreçteki pozisyonunu çağrısını yaparken önünde durduğu kolonla birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Kolon, bir yapının omurgasıdır; tıpkı bir binanın dayandığı temel taşlar gibi, üzerinde yük taşıyan, zamanla şekillenen ve giderek daha ağırlaşan bir yapıdır. Öcalan’ın arkasındaki kolon, yıllardır taşıdığı, çözüm arayışlarında şekil bulan, ama tam anlamıyla inşa edilmemiş bir tarihin izlerini taşır.
O kolon, bir bakıma geçmişin yüklerini sırtlayan bir taşıyıcı, aynı zamanda geçmişin içindeki umutların, efsanelerin ve kırılgan doğruların da bir simgesidir.
Ancak bu kolon, sadece geçmişin yükünü taşımakla kalmaz, aynı zamanda bu tarihi sürecin dikey ve sarsılmaz yapısını da temsil eder.
Bir omurga gibi, çözüm sürecinin yükseldiği, zorlandığı ve şekillendiği bir taşıyıcı olarak anlam kazanır.
Öcalan, çağrısında “sorumluluğu üstleniyorum” sözleriyle aslında bu yükü yalnızca taşımakla kalmaz, aynı zamanda bu sürecin kolonunun üzerine sorumluluk alıp, bu sürecin yapısına sahip çıkarak onu yeniden inşa etmeyi vaat eder.
Bir bakıma, bu kolon, geçmişin anılarını taşıyan, fakat geleceğe doğru yükselebilen bir yapının simgesidir.
Peki bu yük, yalnızca ona mı aittir?
Elbette değil.
Devletin, siyasetin, toplumun ve hatta uluslararası aktörlerin omuzlarında değil mi? Öcalan, bu çağrısı ile sadece sürecin kilit ismi olduğunu değil, aynı zamanda bu yükü paylaşması gerekenlere de bir mesaj veriyor.
Çağrının hemen ardından PKK yönetimi, Öcalan’ın çağrısını tereddütsüz desteklediğini açıkladı ve sürecin ilerlemesi için gerekli adımları atacağını duyurdu.
Ancak, bu yalnızca bir örgütün silahsızlanma meselesi değildir. Aynı zamanda, sürekli ötelenmiş olan Kürt meselesinin çözümü için tarihi bir eşikteyiz.
Bilineceği üzere; Öcalan, geçmişte de defalarca silahsızlanma ve müzakereler temelinde çözüme işaret etmişti. 1993’te dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la yürütülen diyalog süreci, 1999’da İmralı’ya getirildiğinde verdiği mesajlar, 2009’daki Oslo süreci ve nihayet 2013-2015 çözüm süreci…
Her biri bir umut, bir yol arayışıydı.
Ancak her defasında, ya devlet içindeki çatışan iradeler ya da bölgesel ve uluslararası dinamikler nedeniyle bu süreçler yarım kaldı.
Şimdi, bir kez daha tarihin kırılma anındayız. Yeniden doğan umut ışığı, bu kez farklı bir yol haritası izlenmesini de gerekli kılıyor.
Bu süreç, sadece silahların devreden çıkmasıyla sonlanacak bir süreç değildir. Johan Galtung’a göre "negatif barış" ve "pozitif barış" olmak üzere iki barış anı vardır.
Negatif barış, sadece çatışmaların durması ve silahların susması anlamına gelirken; gerçek, kalıcı bir barış için pozitif barışın sağlanması gerekmektedir. Pozitif barış da toplumsal adaletin tesis edilmesi, hakların tanınması ve eşit yurttaşlık temelinde demokratik bir düzenin inşasını gerektirir.
Öcalan’ın çağrısı, yalnızca bir ateşkes ya da silahsızlanma süreci olarak ele alındığında, bu sadece çatışmasızlık anlamına gelir. Ancak “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak paylaşılan çağrı, sadece Kürt meselesinde çözümü değil, Türkiye’de köklü bir demokratik dönüşümün yolunu gösteriyor.
Öcalan’ın çağrısı da barışın yalnızca varılacak bir durak olmadığını, sürekli yürünmesi gereken bir yol olduğunu göstermektedir.
Özcesi; barışa giden yola değil, Gandhi’nin meşhur sözüyle “barışın kendisi bir yoldur" ifadesindeki yola koyulmanın anındayız.
Öcalan’ın çağrısının ardından PKK'nin desteğini açıklaması, bu süreci yalnızca bir tartışma süreci olmaktan çıkarıp halklar için somut bir fırsata dönüştürmüştür.
Öte yandan Öcalan’ın arkasındaki kolon, tıpkı barış süreci gibi büyük bir yük taşımaktadır.
Bu yük, yalnızca bir tarafın değil, Türkiye’de yaşayan herkesin sorumluluğunda olmalıdır.
Bu fırsatın değerlendirilip değerlendirilmeyeceği, geçmişin hatalarına düşülüp düşülmeyeceği, yeni bir başlangıcın mümkün olup olmayacağı, Türkiye’nin önündeki en büyük soru işaretidir.
Türkiye, bu tarihi fırsatı değerlendirecek mi yoksa geçmişin hatalarını bir kez daha tekrarlayacak mı? Bu sorunun yanıtı, sürecin başarısını ve Türkiye’nin geleceğini şekillendirecektir.
Ancak bu fırsatın nasıl değerlendirileceği, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük sınavlardan biridir. Türkiye, Kürt meselesini yalnızca güvenlik eksenli bir tehdit olarak görmekten vazgeçip, onu demokratikleşmenin bir parçası olarak ele alırsa “barış mümkün mü” sorusu 32 yıl gibi uzun bir dönemin ardından yanıt bulacak ve yarım asra dayanan bir dönem kapanıp, yeni bir başlangıç olacaktır.
(HD/EMK)