Darbe girişiminin ardından Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı için “kurban edilen” Kınalı’yı öldüren şahsın cezalandırılması için tam bir senedir mücadele veriyoruz. Sonuç: Cezasızlık!
Bir kez daha görmüş olduk ki Türkiye’de hukuk yok, adına “hukuk” denilen şey de imtiyazlı bir şekilde uygulanıyor. Taksim Meydanı’nda öldürülen bir koyun ile eşitliğin, hukukun, hukuk devleti ilkesinin ne alakası var demeyin, çok alakası var.
Beş sene boyunca bir aile ile yaşamını geçiren, insanlarla sosyal ilişkisi maksimum düzeyde olan, davranış özellikleri bakımından bir köpekle birçok benzerlikleri bulunan bir koyun olan Kınalı, Taksim Meydanı’nda öldürüldü; akıtılan kanı, hepimizin lanetlediği darbe girişiminden sağ salim kurtulan “devlet büyükleri”ne adandı. Şiddeti, nefreti, hiyerarşiyi hayatlarından mümkün olduğunca uzakta tutmaya çalışan biz hayvan özgürlükçüler için Kınalı, doğuştan gelen haklara sahip olan, şiddetten uzakta, özgür bir şekilde yaşaması gereken bir bireydi; biz birileri için nasıl öldürülemiyorsak Kınalı’nın da öldürülememesi gerekiyordu ama öldürüldü. Onun gözden çıkarılması, birilerine kurban edilmek üzere kesilerek öldürülmesi; çok uçucu olan, sürekli değişkenlik gösteren toplum vicdanı ile bizlerin vicdanı arasında uçurumlar olduğunu bir kez daha gösterdi.
Öte yandan, Taksim Meydanı’nda bir köpek öldürülse idi durum çok daha farklı olacaktı. Ancak Kınalı, bir köpek değildi, koyundu. Hayvan hakları kuruluşları ve hayvan korumacıların neredeyse tamamı, Cumhurbaşkanı ve diğerleri için “kurban edilen” Kınalı’yı, bir koyunun acısını, ona yaşatılan korkunç zulmü görmezden gelmeyi seçti. Halbuki hayvana yaşatılan travma da yaşanan acı da hissedilen stres ve korku da aynı idi.
Türkiye’nin ulusal mevzuatı, bize göre koca bir yaşam hakkı gasbı ve nefret suçu, hayvan cinayeti olan bu fiilin karşısında, failin tespit edilerek birçok mevzuat hükmüne muhalefet edildiği gerekçesiyle idarî yaptırım uygulanmasını gerektiriyordu. Bir hayvan özgürlükçü olarak, sırf hak ihlâlleri kayıtlara geçsin diye yıllardır hukuk mücadelesi veren bir aktivist olarak hukuka inanmamama ve mevzuatın yaşam hakkını yok sayan, hayvanın varlığını inkâr eden tutumuna rağmen, utana sıkıla bir dilekçe hazırladım. Sağ olsunlar, yaşam hakkına saygı duyan, elliye yakın vicdanlı insan, bu dilekçeyi imzalayarak şahsın tespit edilmesini ve cezalandırılmasını istedi.
Kınalı’nın cinayeti nasıl “sümen altı” edildi?
Bu hayvan cinayetinin, iki farklı idareye yüklediği görev, sorumluluk vardı. Söz konusu olay ile 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na muhalefet edildiği için Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın; hayvan uygunsuz bir yerde ve hijyenik olmayan koşullarda kesilerek öldürüldüğü için de Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın şahsa idarî yaptırım uygulaması gerekiyordu.
Mevzuata göre, içinde hem işkence hem de ehil olmayan kişilerce kesim olan bu fiile karşılık, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, yapılan onlarca başvuruya cevap vermemeyi, yani başvuruyu “sümen altı” etmeyi seçti. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ise, ısrarlarımız sonucunda, şahsı tespit edemeyeceklerini, bu konuda Emniyet’e başvurmamız gerektiği yönünde cevap vererek görev ve yükümlülüğünden kaçındı.
Normalde, şahsın tespiti için devlet kurumlarının, ilgili yazışmaları yaparak bu bilgiyi sağlaması gerekir. Ama Kınalı’nın cinayetinin üstü, “bir kereden bir şey olmaz” yaklaşımı ile kapatılmış oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yapmış olduğumuz “şahsın tespiti”ni talep eden başvurular da sonuçsuz kaldı, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü, 12 Aralık 2016’dan bu yana, başvurumuzu “yazışma/değerlendirme süreci” nedeniyle bekletiyor.
Bu cezasızlık, Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka tarafından parlamento gündemine taşındı. Aylin Hanım’ın, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından cevaplandırılması için verdiği soru önergesi de aylardır görmezden geliniyor. Türkiye’nin ulusal mevzuatına göre tesis edilecek idarî işlem çok açık: Kınalı’nın kâtili tespit edilmeli ve hakkında idarî yaptırım uygulanmalı.
Ancak görüldüğü gibi, bakanlıklar da emniyet teşkilâtı da parlamento da hem başvuruları görmezden geliyor, hem harekete geçmemek için direniyor, hem de en temel haklarımızı yok sayıyor. Neden? Neden olduğunu çok iyi biliyoruz; her gün binlercesi katledilen türdeşi gibi Kınalı da çok kolayca gözden çıkarılmıştı ve üstüne üstlük Cumhurbaşkanı için kurban edilmişti. Kim böyle bir soruşturmayı yürütmeye ve neticelendirmeye cesaret edebilirdi ki ülkemizde? Ama Türkiye bir hukuk devletiydi, kanun önünde herkes eşitti, idare görevlerini yerine getirmek ve mevzuata aykırı durumlarda yaptırım uygulamalıydı, değil mi? Hayır, öyle değil… Neden öyle olmadığını örneklerle açıklamaya çalışacağım.
Silopi Belediyesi’ne ceza, Kınalı’nın katiline cezasızlık
İki örnek vereceğim: Birincisi, konuyla doğrudan alakalı ve Kınalı’ya yaşatılanlar ile birebir benzerlik gösteriyor. Silopi Belediyesi’nin zabıta ekipleri, sokakta özgür bir şekilde gezen ineği, işkence ile alıkoyarak cadde ortasında keserek öldürdü. Bu cinayet, bizi rahatsız ettiği için tıpkı Kınalı’nın cinayetinde olduğu gibi harekete geçtik ve Silopi Belediyesi görevlileri için idarî yaptırım uygulanmasını talep ettik.
Başvurularımız dikkate alındı, yetkili olan her iki bakanlık da hareketi geçti; görevlilere değil ama Silopi Belediyesi’ne iki ayrı ceza olmak üzere, toplamda 7.653 TL idarî para cezası uygulandı. İlgili mevzuat hükümleri tam olarak yerine getirilmedi ancak cinayet, cezasızlık ile sonuçlanmamış oldu. Aslında cinayet değil, mevzuata muhalefet ceza ile sonuçlandı. Biz görevlilere yönelik yaptırım talep ederken Silopi Belediyesi’ne ceza kesilmiş oldu; ceza, vatandaşın vergileri ile ödendi.
Vermek istediğim ikinci örnek ise, tamamen şahsî ve konuyla dolaylı olarak bağlantılı… 2012 1 Mayıs’ında bazı kapitalist ve yaşam düşmanı şirket ve kuruluşlara yönelik maddî hasara neden olan eylemlere karıştığım iddiası ile gözaltına alınarak 4 gün boyunca Terörle Mücadele’de gözaltında tutulmuştum. Dava dosyasında, hakkımda hiçbir delil bulunmamasına rağmen, beş sene boyunca 35 seneye kadar hapis cezası istemi ile yargılanarak geçtiğimiz aylarda, davadaki tüm “sanık”larla, 47 kişiyle beraat ettim.
Devlet de Türk ceza hukuku sistemi de yaşamdan yana değil, sermaye gruplarının yanında saf tutuyor: Maden şirketi yöneticisi olan vatandaşın hakkı, Anadolu’da yöre halkı olan vatandaşın hakkından ağır basıyor. Özne hayvan olduğunda ise can almakta, işkence etmekte, esarette bir sakınca görülmüyor.
Türkiye bir “hayvan koruma” (?) kanununa “kavuştuğu” günden beri, hayvanlara karşı acımasızca suç işleyenler, üç kuruşluk idarî para cezaları ile âdeta teşvik edilerek yaşadığımız topluma geri gönderiliyor. Yasa eli ile faillere sağlanan meşruiyet zemini ile de işkenceciler, tecavüzcüler, hayvan kâtilleri ile aynı toplumda yaşamaya mahkûm ediliyoruz. Hisleri olan, canı acıyan bir canlı üzerinde çok yönlü travmatik etkiler bırakan, derin yaralar açan bu fiiller, 546 TL gibi trajik idarî para cezaları ile geçiştiriliyorken toplum vicdanı buna razı ki 13 senedir bu “koruma” kanunu yürürlükte...
Benim için oldukça “balon” bir kavram olan “toplum vicdanı”nı bir kenara bırakırsak, yukarılarda bahsettiğim gibi, toplumumuzda ve kanun önünde eşitlik hak getire…
Cam kırmak > Can almak
Can alanlar, yakanlar tespit bile edilemezken “cam kırma” iddiası ile insanlar senelerce yargılanabiliyor. Ücretsiz eğitim, üniversitelerde özgürlük isteyen öğrenciler ya da ifade özgürlüğü kapsamındaki paylaşımları nedeniyle insanlar hapislerde tutsak edilirken, “oluk oluk kan akacak” diye televizyon ekranlarından, internet sitelerinden tehditler savuranlar; cinsel şiddetten hayatta kalan kadınlar için “hükmen yoktur, kirlenmiştir” diyen tarikat liderleri ve her gün yeni nefret suçu işleyenler nefreti, toplumsal şiddeti, ayrımcılığı özgür bir şekilde körüklemeye devam ediyor.
Kınalı’nın katli ile birebir benzerlik gösteren ve bünyesinde görevli olan zabıtaları, cadde ortasında inek kesen Silopili’ye veya Silopi Belediyesi’ne ceza kesilebiliyor; ben, saçma sapan ve içinde yaşam hakkı gasbı, işkence olmayan bir davada, ilgimin olmadığı bir olay nedeniyle 35 seneye kadar hapis istemi ile beş sene boyunca yargılanabiliyorum.
Ama Taksim Meydanı’nı kan gölüne çeviren; hisleri, duyguları, acı çekme yetisi olan bir hayvanı, Kınalı’yı, boğaz keserek öldüren, can alan, hayvana işkence eden, gözü dönmüş şahıs bir senedir tespit edilemiyor ve hukuk işletilemiyor. Cezalar arasında da asla bir orantı, hakkaniyet yok. Örneğin cansız olan camı kırmak “şiddet” olarak tanımlanıp kamu malına/mala zarar olarak ya da esaret/işkence altındaki bir hayvan kurtarıldığında hırsızlık davası açılıp kişilere hapis cezası verilebiliyorken canı olan bir kişiyi incitmek, öldürmek neden şiddet olarak tanımlanmıyor, bu fiile karşılık idarî para cezası verilebiliyor? Bunların üzerine kesinlikle düşünülmeli bence…
Türkiye’de hukuk, eşitlik yok
Tüm bunlar, Türkiye’de aslında hukukun olmadığını, adına “hukuk” denilen yönetim, cezalandırma ve soruşturma sisteminin oldukça imtiyazlı olarak uygulandığını bizlere kanıtlıyor. Peki ya hukuk devleti ilkesi? Valla o ilkeleri filan ağzımıza almayalı yıllar oldu, hukuk devleti olduğu iddia edilen devletten hiçbir beklentim yok. Toplum da devletten korkar oldu. Devlet, ne zaman, kimin canını, nasıl yakacak; hangi kazanılmış hakkımızı geri alacak; “kamu yararı” adı altında hangi toplumsal faydaları bozacak; haklarımızı esnetecek, eğecek, bükecek diye…
Bizler, topyekûn özgürlük savunucuları, istisnasız herkes -herkese hayvanlar da dâhil- için eşitlik, özgürlük, adalet arayışındayken ve her gün yeni eşitsizliklere, adaletsizliklere tanık olurken, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, Anayasa’da iddia edildiği gibi “kanun önünde eşit” olmadığımızı sürekli olarak deneyimliyoruz. Kınalı’nın katli olayında verdiğimiz mücadele, cezasızlığın, hukuksuzluğun ve eşitsizliğin bir kanıttır. Aynı zamanda bir eşitlik mücadelesidir; hukukun imtiyazlı olarak uygulanmasına karşı yürütülen bir mücadeledir.
Özne kim olursa olsun, haksızlığa, adaletsizliğe karşı mücadele ederken aynı zamanda kendi haklarımız için de mücadele ediyoruz. Kendimiz ya da bir tanıdığımız dışındakilerin haksızlığına karşı mücadele ederken, o kişiler ile dayanışma gösterirken, onların hak arayışında onlarla yan yana dururken aslında ortak bir kötücül zihniyet ile mücadele ediyoruz. Bu ortak kötücül zihniyet, hukuk sistemine de devlet politikalarına da toplumsal vicdan algısına da öyle bir sirayet ediyor ki Kınalı’nın yaşam hakkı gündeme gelemiyor, onun ve onun gibi binlercesinin korkunç bir şekilde katledilmesi, toplumda cezasızlık ile karşılık buluyor. Bu şekilde yaşamaya mecbur muyuz?
İçinden geçtiğimiz şu zor günlerde, bu cezasızlık, adaletsizlik ve eşitsizlik ortamına rağmen, var gücümüzle ayakta kalmaya, en az kendimiz kadar hayvanlar için de özgürlük talep etmeye, kanıtlamak için belgelemeye, tarihe not düşmeye devam edeceğiz, topyekûn özgürlüğe daha da yaklaşmak için…(BÖ/NV)