Turizm sektörünün açılım arayan girişimcileri tarafından başlatılan, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan yoksul insanların yaşam alanlarına yapılan turistik geziler 2000'li yıllarda poorism dalgasını günden güne yükseltti.
Hindistan'da Mumbai'ye, Güney Afrika'da Soweto'ya, Brezilya'da Rio'nun favelalarına ve hatta New York'un arka mahallelerine düzenlenen bu gezilere sosyal anlamlar bile yüklendi. Tarımsal kökenli veya liberal düşüncenin ağır bastığı toplumlarda orta ve üst-orta sınıfların yoksullarla ilişkisi nasıl hayırseverlik ruhunun geliştirilmesiyle sağlanıyorsa, bu turların pazarlanması sırasında da aynı ruh açığa çıkartılmaya çalışılıyordu.
Yoksulların mahallelerinde konaklamak, yemek yemek ve hediyelik eşyalar almak, onların hayatlarına katkı sunmak anlamına geliyordu. "Çaresiz ve ezilmiş" yoksul hayatların alenen röntgenlenmesini sağlayan gezilere kişisel eğitim anlamı bile yüklendi. Pekiyi ama nasıl bir eğitimdi bu?
Özellikle orta sınıfın kendi hayatına şükretmesini sağlayan, yoksulluğu sınıfsal bir sorun olmaktan öte kader, kaçınılmazlık, kültürel kodlanmışlık, toplumsal olarak tanımlanmış yaşam biçimlerinin dışına çıkma, hesap bilmezlik ve tembelliğin bir sonucu gibi gösteren bir öğretme çabası mı yoksa yoksullukla yüzleşme ve nedenlerini açığa çıkartıp, sosyal adaletin sağlanması için farkındalık yaratmayı hedefleyen bir öğretim biçimi miydi?
Meksika'nın Mazatlan bölgesinde bir kilise tarafından düzenlenen turlar, dayanışma ruhunu geliştirme iddiasını taşıyor. Tur sorumlularından Fred Collom, turların turistleri gerçek dünyaya bağlayan bir köprü olarak tanımlıyor. Mumbai'de benzer bir tura katılan Chuck Geston da bu geziden çok şey öğrendiğini iddia ediyor.
Bir girişimci-organizatör olan Chris Way ise geziler düzenlediği Dharavi bölgesindeki halkın yeni bir gelir kaynağına kavuştuğunu, hediyelik eşya ve yiyecek satarak para kazanmaya başladıklarını söylüyor ve hatta şirket gelirlerinin yüzde 80'ini gecekondu mahallesine bağışlayarak katkılarının çok daha kapsamlı hale geldiğini savunuyor.
Bir başka "turist" Boston Üniversitesi'nin hukuk profesörlerinden Kevin Outterson, birkaç kez katıldığı turlar sırasında dilenci sayısındaki görünür azalmaya dikkat çekiyor. Outterson'a göre mahalledekiler, yalvararak, dilencilik yaparak insanlardan bir şeyler alamayacaklarını ama ürettiklerini satarak kazanç elde edebileceklerini bu turlar sayesinde öğrenmişlerdi. Madem ki, yoksulluk "müşteri" çekiyor, o halde en iyi çözüm yoksulluğun devamından geçiyor (!).
Acaba yoksulluk derken tam olarak neyi kastediyoruz? Yoksulluğun muhtelif türleri var sanırım: Gıda yoksulluğu, barınma yoksulluğu, giysi yoksulluğu, eşya yoksulluğu, hastalık ve sosyal dayanışma ağlarına mahkûmiyet, olanaklardan yararlanamama, ulaşamama ya da yetersiz temin...
Aslına bakarsanız, "yoksul" sözcüğünün pasif konumlandırma oluşturan yapısı yüzünden onun yerine; işaret eden, neden-sonuç ilişkisini içinde barındıran yapısı nedeniyle "yoksul bırakılmışlık" kavramını kullanmayı tercih ederim. Çünkü bu yazı içerisinde doğal felaketlerin yarattığı kitlesel yoksullaşmaları değil, sermayenin sebep olduğu bir felaket olarak yoksulluğu ele alıyorum.
Daha da açık söyleyecek olursak, emek sömürüsü zincirinde sermayeyi elinde bulunduran sınıf tarafından, politik, kişisel vasıflara dayalı, dönemsel veya yapısal olarak değersiz kabul edilen insan ya da insanların bazı temel haklarından mahrum edilerek güçsüzleştiriliyor olmaları nedeniyle yeri geldiğinde "yoksul bırakılmışlık" kavramını kullanmak çok daha isabetli görünüyor.
Buradan hareketle bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Yoksulluk ile işsizlik birbirinin aynısı mı yoksa ücretli yoksulluk daha mı az görünür kılınmaya çalışılıyor? Hiç kuşku yok ki böyle. Çünkü ücretli sınıfların yoksulluğundan söz edilmeye başlandığında çalışma hakkı, emeğin ücretlendirilmesi ve elbette çalışmama hakkı meselelerini konuşmak gerekiyor ve bu noktadan sonra sınıfsal bir zeminin dışına çıkmanın olanağı kalmıyor. Yani tehlikeli sularda dolaşmayı göze almak kaçınılmazlaşıyor.
Yaklaşık onar yıl arayla doğan Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski'nin sanayi devrimi ertesinde oluşan kentleri dolduran yoksullara getirdikleri gerçekçi, duygusal doğalcı ve hatta toplumcu yaklaşımların üzerinden iki yüz yıl gibi dev bir zaman silindiri geçmiş durumda.
Bu silindir, formları yapısal olarak da değiştirdiği için bugün artık kapitalist sistem tarafından emilen emeklerinden geriye kalan posaları nedeniyle toplumun çeperlerine kusulmasında beis görülmeyen insanları betimleme biçiminin de çoktan değişmesi gerekiyordu.
Fakat bunu yoksul bırakılmışlıklarının farkında olanlar dışında kim ister ki? Çünkü çoğumuz, ücret karşılığı emek ve zamanlarımızı satarak yaşamaya çalışıyor, buna karşın yine de göreceli yoksulluktan kurtulamadığımız için, sıkı sıkıya sarıldığımız orta sınıf standartlarını her an kaybetme riskini derinlerimizde hissediyor ve elbette bir gün bir üst sınıfa geçme düşleri görerek daha parçalanıyoruz.
Bu travmatik durum nedeniyle, kendi dışımızda, kendiliğinden ve bizden bağımsız var olduklarını düşündüğümüz yoksulların betimlenme biçimlerini değiştirmek için pek de istekli davranmıyoruz. Yoksulların boynu bükük tasvirleri, onları bizlerden hem ayırıyor, hem de merhamet duygularımızı tahrik ederek içimizdeki "duyarlı" insanı yatıştırıyor.
Emek örgütlerinin pek çoğu da dâhil olmak üzere aynı yalanın parçası olmaya dünden razıyız. Saatlerce, günlerce, yıllarca çalışmamızın karşılığı olarak kazandığımız (yoksa bize bahşedilen mi demeliyim?) paraların onda birini zor ulaşabilen insanlara yoksul adını vererek konumumuzu güçlendirirken, onlara dair fotografik tanıklıklara hem fotoğrafçı, hem de izleyici olarak ilgi göstermemiz bu arınma ihtiyacından kaynaklanmasın sakın?
Tekrar sorayım kendime: Kimdir yoksul? Yoksulun tasviri nasıl yapılır? Çivit renkli bir odada mahzun bakışlarını bizden kaçırmaya çalışan insan mıdır? Duvarlarındaki yokluk izlerinden şefkat dolu detaylar kaydederek, çökmüş avurtlarının az yukarısında yaşlı gözpınarlarındaki ışık titreşimlerinden melodramlar üreterek tasvir yoluna gidemez miyiz onları? Yoksullar, toplumsal çöküntü alanlarında, tekinsiz loş sokaklarda, ıssız koridorlarda ve boğulma hissi veren kalabalık odalarda yaşamıyorlar mı zaten?
Yoksullar fotoğraflarda çoğu kez gülümsemez, istisnai olarak gülümsediklerinde sağlıksız hayatlarını ifşa eden eksik dişleri görülür ve bu gülümsemenizi sağlayacak kadar dozajında bir trajedi içermelidir. Portrelerdeki tutum da önemli: İnsani vurgunun yüksek olduğu yakın plan fotoğraflar aslında güçlü bir empati yaratırsa da özünde" kendinle karşılaşmaktan çok pencerenin dışından ötekinin evine baktığımızdaki duygulara benzer duygular yaratır.
Hele ki çevresel ilişkileriyle birlikte, diğer ev-ev dışı nesnelerle yan yana gelirse portre bu kez nesneler dünyasıyla eşitlenmeye başlar. Bir tek alt kimlikte sergilenir: Yoksul. Adı çoğu zaman yoktur ya da hikâyesiz bir isimden ibaret kalır.
Bir yanda yoksul ve acı çekenler için olan derin, sıcak şefkatle kendini gösteren klasik hümanizmden söz edeceksek, bir yanda da JohnTagg'a kulak kabartmalıyız: "Ötekilerin 'anormal olmayan' izleyicilere sergilenmesi, (...) dışlanmışlarla birlikte sınıflandırılmamak için hangi sınırları aşmamak gerektiğini anlamalarını sağladı."
Yoksul bırakılma değneğini görerek sinme ve bildik yoksulluk imgeleri sayesinde arınma kim bilir belki de röntgenci bakışın hazzını da içeriyor. Yoksulların fotoğrafını çekmek de, bakmak da orta sınıf için bir tür mastürbasyon aracı olmasın sakın? Kısmen duyguları ama daha çok dürtüleri harekelendirmek üzere tasarlanmış, tahrik edici, mahremi ifşa eden, sınır tanımayan, hatta giderek ırkçı ve ayrımcı yapıya, sömürgen öze sahip, şiddete kapıyı açık bırakan, nesneleştiren, imgeden tümüyle vazgeçerek cismi alenen göstermeyi tercih eden pornografiyle yan yana düşünmek çok mu abes?
"Zaten kendisi kapitalist aksiyomatiğin müstehcen yüzü olan yoksulluğun telvizüel temsillerinin dili pornografiktir. Yoksul gösterimleri ile porno filmler arasında birçok paralellik kurulabilir. Her şeyden önce, her ikisi de müstehcen bir bakışı, seyri içerir ve her ikisinin de nesnesi bedendir. (...) Televizyondaki yoksullar, pornodaki kadınlar gibidir. Biri hep penisi arzular, diğeri ekmeği veya ilacı; biri fallosantriktir; diğeri gastronomik veya patolojik.
Biri sizi cinsel olarak uyarmak için vardır; diğeri vicdanınızı harekete geçirmek için. (...) Her ikisinde de yakın ve ağır çekime sık sık başvurulur. Biri cinsel organları mercek altına yatırır; diğeri sakat ayağı veya solgun ve üzgün yüzleri. (...) Tüm bunlar düşünüldüğünde, yoksullar kadınlardır; cinsiyet olarak değilse bile, sembolik olarak."
Pornografi (yoksul tasvirleri) ardında başka hiçbir durum yokmuş gibi kendini dayatır. Böylece görmenin derinliğini bakmanın sığlığına indirger. Pornografi (yoksul tasvirleri) neden sonuç ilişkilerinden muaftır.
Ancak fotoğrafçılar ve izleyiciler için, bizler için küçük burjuva duyarlılığının soluk kızıl bayrağı olan hümanizm gönüllerde dalgalandıkça, komşumuz olmalarına dayanamadığımız ve bu yüzden şehrin dış çeperlerine sürgün edilmeleri konusunda yapılacak referandumlarda "evet" oyunu sakınmadan verebileceğimiz yoksul "komşularımızın" aç uyumalarına da vicdanlarımız ve geleneklerimiz izin vermiyor.
Onlara yardım etme gereğini hep derinlerimizde hissediyoruz. Yapılan kömür, yiyecek ve beyaz eşya yardımlarına büyük tepki vermemizle bu his arasında bir çelişki de yok üstelik (!) Tersine, farkındalığı artırmak için bin türlü fikir icat edebiliriz: Yoksullarla dayanışma dernekleri kurmak ve yoksul semtlere (ama tehlikeli bulmadıklarımıza) geziler düzenlemek bu icatlardan eskimiş olanlarıysa, yoksullar hakkında fotoğraf yarışmaları düzenlemek en yenisidir.
"En güzel yoksul fotoğrafları" yarışması çok fena bir fikir gibi mi geldi? Yoksa çok mu mantıklı? Mantıklı bulduysanız acele edin, çünkü katılım için son günler! Şaka değil! İzmir Kent Konseyleri Birliği yoksullukla savaş amacıyla, 'Yoksulluğa Sessiz Kalma' etkinlikleri çerçevesinde toplumsal duyarlılığı artırmak ve bu konuda bilinç yaratmak amacıyla "Yoksulluk" temalı bir fotoğraf yarışması düzenlediğini duyurdu geçenlerde. Büyük ödülü alan "fotoğraf sanatçısı" yoksulluktan geçici olarak kurtulabilir ya da vicdanı elvermediğinde ödülünü belki de fotoğrafını çektiği yoksullarla paylaşabilir!
Biraz tragedya bilgisi, grotesk anlatımın temel öğeleri (korkunç ve komik, abartı ve deforme edilmiş nesnellik) epey işimize yarayabilir. Melodramlar her zaman iş yapar. İnsanların çoğu kendinden uzak olan acılar için ağlamayı sever. Yapabileceklerinin en iyisi olduğunu düşündükleri için sanırım. Klişelerden çekinmemek gerekir. İletişimin en kestirme yoludur zira.
Pekiyi ne yapacağız şimdi? Görmezden mi geleceğiz? Yok mu sayacağız? Biz yoksulların çaresizliklerinin fotoğraflarını çekmezsek eğer, onlar hiçbir zaman içine düştükleri bu korkunç durumdan sıyrılmayacaklar mı? Kim kurtaracak onları? Kurtarıcı bir kahraman olma şansımızı elimizin tersiyle itecek miyiz yani? Ah, işte şimdi köşeye sıkıştırdım kendimi!
Bu soruların cevabını vermek mümkün değil mi yoksa? Metni tersten okumayı denesek, bir yol bulabilir miyiz acaba? (YT/EKN)
* Bu yazı "Fotoğrafsız" dergisinin 2. sayısından alınmıştır. Dergide ayrıca Beyhan Özdemir'in "Belgesel Fotoğraf ve Toplumsal Bilinç", Mehmet Kaçmaz'ın "Başka Türlü Bir Şey..." adlı yazılarını da bulabilirsiniz.