* Görsel: Kitabın kapak resmi, João Bruno Vieira'nın kumaş heykeli.
Edebiyat eleştirisinin toplumu anlamakta ne kadar önemli bir alan olduğunu kanıtlayan özgün bir eleştirel üslup geliştiren; kitaplarında Türkçe edebiyat ürünlerini, Türkiye'nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeleri, Türkçe edebiyata yön veren endişeleri, edebiyatın mağdurluk, incinmişlik ve dışlanmışlık hissiyle ilişkisini ve yazarın özgünlük kaygısını inceleyen Nurdan Gürbilek'in yeni kitabı "Örme Biçimleri" 8 Eylül'de okurla buluşacak.
Beklenen yeni kitaptan kısa bir bölümü Metis Yayınları'nın izniyle paylaşıyoruz.
Örgü, yazı
Bir bölünmeden ("örgü", "yazı") söz ederek başladım. Aklıma Marx'ın toplumsal işbölümünün sonunu hayal ettiği komünizm ütopyası ("sabah avcılık, öğlen balıkçılık, öğleden sonra sığır çobanlığı, akşam yemeğinden sonra eleştiri") geliyor. Ütopyada özne bir erkek olduğu için problem bir zaman ("sabah", "öğlen", "öğleden sonra", "akşam") problemi olarak belirir. İşin içine toplumsal cinsiyet girdiğinde işler karmaşıklaşır.
Kadınlar yakın zamana kadar, hatta dünyanın birçok yerinde bugün de bir the needle or the pen ("dikiş iğnesi mi, kalem mi?") bölünmesiyle yazabildiler. "Sabah dikiş, öğlen yemek, akşam şiir" kolaylığından çok, dikiş dikmeyi ya da örgü örmeyi eve kapatılmışlığın, zihinsel alandan dışlanmışlığın simgesi olarak karşılarına alarak yazdılar. Feminist eleştirinin bölünmeye itirazı daha çok 80'lerde başladı. Kadın yazarların anlatı stratejilerinde dokuma-örme-kırkyama tekniklerinin izlerini araştıran ("hafıza blokları", "flashback", "parçalı yazı") çalışmalar da bu döneme ait.
"The needle or the pen zamanla "the needle as the pen"e ("kalem olarak dikiş iğnesi"), o da neden sonra "the needle and the pen"e ("dikiş iğnesi ve kalem") dönüşebildi.
Bu dönüşümü 60'ların sonunda "yapıt"ın (work) yerini "metin'e (text) bırakmasına da borçluyuz. Sanatın kutsal esinle bağını kopardığı ölçüde "yapıt" da işçiliği öne çıkarır, ama "metin" (text) bizi doğrudan dokumaya (textile) yollar. Sevim Burak çizgisel hikâyeye sığmayan, çünkü tarih denen anlatının çoktan dışına itilmiş hikâye parçalarını terzilikten devraldığı bir teknikle birleştirmeye çalışırken yeni bir yazı tarzı da yaratmıştı. Perdelere iğnelediği metin parçalarını birbirine tutturarak yazdığını söylüyordu. Aynı yıllarda Bilge Karasu'da da dokuma ("on tezgâhta bez dokuma") bir yazı mecazı olarak belirir. Yazıyı "makaslamaktan, "teyellemek"ten, metni "örmek"ten söz eder Karasu.
Dikiş iğnesi mi, kalem mi?
Birbirine tutturulan notlar, ayraç içine alınan ara notlar, ana metne eklenmiş dipnotlarla ilerleyen Karasu metinleri gerçekten de kat yerlerinin, makas izlerinin, teyellerin açıkta bırakıldığı bir dokumayı andırır. Tek bir esinle biçimlenmiş bir kusursuz yapıt değil, başka yazı olasılıklarını da hissettiren ("şimdi güneşin doğuşunu düşünerek yeniden yazmalı"), kumaş gibi dokunmuş, kumaş gibi yırtılabilen ("masalın da yırtılıverdiği yer") bir yazı.
"Dikiş iğnesi mi, kalem mi?" bölünmesi, oraya eklenen bir "mırıltı mı, dil mi?" bölünmesiyle birlikte Latife Tekin romanlarında da izini bırakır.
(....) Aklıma yıllarca metal, mermer, bronz heykeller yaptıktan sonra 1999'da 88 yaşında kumaş heykeller yapmaya başlayan Louise Bourgeois geliyor. Dikiş iğnesini "hasarı onarmak" için kullandığını, heykel dikmenin güzel yanının "bir arada duramayacak şeyleri birbirine tutturabilmek" olduğunu söylemişti. Ama Bourgeois yontularındaki şiddeti de kaydetmeden geçmeyelim. Hasar oradadır: Bourgeois'nın kumaştan kadın yontuları, kasap çengellerine asılmış (parçalanmış, dikilerek tutturulmuş) bedenleri andırır.
Bu üç parçalı yazıda ben de bu büyük bölünmenin Woolf'taki izlerine bakacağım. Bugün yazıyı sadece silah mecazıyla değil ("kalem kılıçtan keskindir"), aynı zamanda bir "dokuma", bir "örgü", bir "ağ" olarak düşünüyorsak, bunda "Virginia'nın Ağı'nın da payı var. "Çekiçle felsefe" (Nietzsche), "baltayla yazı" (Galeano) oluyorsa, dokuyarak, örerek, ağ oluşturarak yazmak neden olmasın?
Künye
|
(NG/TY)