“Alevilik Hz. Ali'yi sevmekse ben aleviyim. Ama ben aleviyim deyip Hz. Ali'nin yaşam şeklinden uzak duranların oyununa gelmeyeceğiz” – R.T. Erdoğan
Başbakanımızın “en” olduğu yeni konu Alevilik… Hatırlarsak, daha önce de kendisini “çevrecinin daniskası” olarak nitelendirmiş, sosyolojiyi sosyologlardan öğrenecek olmadıklarını ve merkez sağ bir parti olan AKP’nin Sosyalist Enternasyonel’den davet aldığını belirterek sosyoloji ilminde ve solculukta söz sahibi bir konumda olduklarını iddia etmişti. Hatta o kadar ki, darbecilerin katlettiği sosyalist Erdal Eren için gözyaşlarına boğulmuştu kürsüde. Peki, söz konusu siyasi kibrin öteki olanın ilkelerini reddetmek yerine onlara en yüksek perdeden sahip çıkmasının altında yatan şey nedir? Bunu, seçim öncesi kendi tabanının saflarını sıklaştırırken öteki olandan oy devşirmeye yarayan bir taktik olarak okumak elbette mümkün ancak yeterli değil. Zira ortada sadece bir söylem değil, aynı zamanda eylem de var. İktidar çevrecinin daniskası olabiliyor ancak çevrecilere kulak vermiyor, kendi bildiğini okuyor. Ya da Kürtlere ayrımcılık yapmadığından, onları kucakladığından bahsedip PKK’yi Kürt Sorunu’nda taraf görmüyor. Benzer şekilde Alevilik üzerine son çıkışı da Alevilerin taleplerini dikkate almak yönünde değil, sözde Aleviliğin “temellerine” dair oldu. Başbakana göre aleviler Aleviliğin gereklerini yerine getirmiyorlar. Diğer bir deyişle Aleviler kendilerine özdeş değiller.
Başbakan’ın sorunu sahiplerinden ayırıp özü ile kavramaya çalışma çabası aslında doğa-bilimsel yöntemi çağrıştırıyor. Evrenselci ve aydınlanmacı geleneğe göre bilim, insanların değer yargılarından bağımsız olaylara bakabilme sürecidir. Bunun sebebi basittir: değer yargıları her olguyu ya da olayı kendi bakış açısına ya da çıkarına uygun olarak yorumlayacaktır ve bu da “gerçekte” ne olduğunu bulmamıza engel teşkil edecektir. Tabii burada bahsedilen değerler sosyal, kültürel, vb. değerlerdir. Ancak görünürde olan bu değerlerin dışında bir de metafizik değer yargılarımız vardır ki bunların önceki sosyal-kültürel değerlerin eseri olup olmadığını bir bakışta bilmemiz çok mümkün değildir. Deney düşüncesi işte tam da bu noktada değer kazanmaktadır. Doğa bilimleri de dâhil tüm bilimsel süreçlerde hakikat, kavramsal düşünce ile değil, ilgili kavramsal yapının ve tahminlerin deney ile sınanması ile oluşur. Diğer bir deyişle doğa hakkındaki fikirlerimizin hakikate dönüşmesi sadece ve sadece “işe yaramalarına” bağlıdır. Peki, ama kimin işine? Fizik ve kimya gibi doğa bilimlerinde çatılan kuramların sınanması genelde çok daha dolaysız olduğundan, kültür ve sosyo-ekonomik statü açısından farklılaşmış çok geniş bir kitlenin aynı derecede işine yarayabilmektedir. Bu genellik, kuram ve deney ontolojisinin özneden salt nesneye doğru kurulmasının bir sonucudur elbet: inceleyen insan, incelenen ise elektron, potasyum, elektrik, vb.dir.
Ancak incelemeye konu olan şeyin ibresi nesnesi insani olana ne kadar dönerse, “işe yarama” skalası da bir o kadar daralma göstermeye başlar. Özne-nesne ayrımını zorunlu olarak varsayan bilme eylemi, bilinen şeyi bilen için işe yarar bir nesneye dönüştürür ve eğer bilinmek istenen şey de bir özne ise, bu eylem, bilinen özneyi sadece bilen öznenin işine yarayacak şekilde nesneleştirmek durumunda kalır. Bilimsel söylemin tahakkümü dediğimiz şey de tam da budur aslında. Bu tahakkümü “atom bombası yapıp onunla insan öldürmek” naifliğinde algılamamız gerekiyor sadece. Konu, bilim insanının halis niyetleri ile aşılabilecek bir durum değil. Bundan çok daha büyük ve yapısal bir sorun var ortada: insanı araştırma nesnesi haline getirdiğimiz andan itibaren başlıyor tahakküm. Zira araştırmaya konu olan özneyi nesneleştirmek, her şeyden önce öznenin irâdi, tarihsel ve dolayısıyla dinamik yapısını göz ardı etmek anlamına geliyor.
Bilim için “bilmek” bir amaç değil, sadece işe yarar olanı bulmak için bir araç ise ve bilimin evrensellik ideasına uygun bir şekilde herkesin işine yarayacak bir sosyal bilim geliştirmek istiyorsak ne yapacağız? Öncelikle her sosyal bilimin zorunlu olarak politik olduğunu ve bu politikliğin bir “lanet” değil, sosyal bilimsel bakışa içkin bir özellik olduğunu göreceğiz. Bunun için özne-nesne modelinin yanında bir de özne-özne modeline ihtiyacımız olduğunu ve bunun da incelenen şeyi bilmenin ötesine geçip onu “anlamayı” (recognition) gerektirdiğini kavrayacağız. Anlamayı, kabaca, bir öznenin diğer özneyi tıpkı kendi gibi bir özne olarak kavrayıp, onun hareket, düşünce, arzu ve ihtiyaçlarını kendininkiler kadar meşru görmesi olarak tanımlayabiliriz. Meşru görmek ve anlamak, araştırılan öznenin varoluşuna zarar vermemeyi, tam tersine, nesnel araştırmalar için varoluşunu esas almayı gerektiriyor. Bu yönüyle anlama eylemi bilme eylemini saf dışı bırakan değil, daha çok onu tamamlayan bir eylem. Örneğin bir etnik grubun isyanını anlamak ve ona saygı duymak, bu isyanın tarihçesini çıkarılmasına, onu yaratan sosyo-ekonomik yapının ortaya konmasına ve bu gruba mensup olan öznelerin psikolojisini araştırılmasına engel değil şüphesiz. Ancak bilinenlere dayanarak araştırılan öznenin dünü, bugünü ve yarını hakkında, öznenin kendilik algısını hiçe sayacak şekilde çıkarımlarda bulunduğumuz zaman film kopuyor. Misal, eşcincelliği genetik, sosyo-kültürel, vb. yönlerden araştırmamız mümkün iken, “eşcinselliğin bir hastalık olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini” söylediğimiz zaman araştırdığımız özneleri tehlikeli şekilde nesneleştirmiş oluyoruz. Bu tehlike, eşcinsel bireyleri kızdırıp infial yaratma riskinden çok farklı, aynı zamanda ontolojik bir hata. Zira böylesine hoyrat bir nesneleştirme araştırma öznesinin en dinamik yönünü, yani özne olarak varoluşunu, otonomluğunu yok ediyor ve aslında araştırma eylemini yöntemsel bazda bile geçersiz kılıyor. Geriye kalan kullanıma ve işe yaramaya hazır, içi boşaltılmış bir “nesne” kalıyor. Böyle bir nesneleşme, araştırılan özne için bir işe yararlık sunmuyor, haliyle. Buradaki “yarar”, nesneleştirenin lehine bir yarar…
Başbakan elbette ki “doğa bilimsel söylem” derdinde değildi. Yani gerçek Aleviliğin nasıl olması gerektiğini vaaz ederken “bu bilimsel olarak böyledir” demek derdinde değildi. Aslında işte tam da bu noktada iktidarın, tahakkümün doğasına dair bir şeyler kavramış oluyoruz. İster tüm doğayı nesne kılarak bilmeye çalışan bir bilim insanı olsun, ister Ortadoğu’da bir ülkenin seçilmiş yöneticisi olsun, diğer öznelerin özneliklerini geçersiz kılan bakış açısı iktidarın bakış açısıdır. İktidar, öteki olanı ötekiliği içerisinde kavrayabildiği zaman zaten iktidar olamaz. O yüzden önünde iki yol vardır: ya ötekini yok sayacaktır, ya da nesneleştirmek yoluyla kuşatacaktır. Bu ikinci yol, yani anlamayı bilmeye üstün kılan yol, iktidara hakkında söz söylenen özneyi bir nesne pasifliği içerisinde kavrama ve “ötekini anlamak zorunda kalmadan” hükmetme şansı verir. Böylece meseleyi tüm giriftliği içinde kavramadan sözde ilkelerle konuşma şansı doğar. Foucault’nun kavramsallaştırdığı şekliyle ilk yol egemene ölüm üzerinde hak tanıyan disiplin toplumuna işaret ederken, ikinci yol ise normlara etkiyerek işlemeye çalışan biyopolitika’ya denk düşer. Zira çağ artık yok etme çağı değil, yaşamları gücün akışına göre tasarlama çağıdır. Bu haliyle yaşam, ölümden çok ama çok daha değerlidir. Eğer hayat bilimsel bir şekilde kavranabilirse, yani hayatın unsurları verimli bir şekilde kullanılırsa klasik bir tahakkümden çok daha fazla “işe yarar”. Dizilerden, dergilerden, vb. mecralardan; cinsiyet, akıl sağlığı, vb. rollerin “aslında nasıl olması gerektiğine” dair aldığımız işaret ve söylemler de bu üretim çabasını açık eder.
Başbakan’ın incelikli bir biyopolitika ustası olduğunu söylemek güç elbette. Onunki daha çok disipline dayalı bir egemenliğin biyopolitik tahakküme yeni yeni dönüşmeye başladığı bir varoluşa işaret ediyor en fazla. Ancak öteki olana bakışı biyopolitikanın bu en temel işleyiş biçimine ziyadesiyle uyuyor. Aleviliği Alevilerden yalıtarak belirli ilkelere indirgemiş ve bu ilkeleri “bilerek” Aleviler hakkında söz söyleyebileceğini, hatta belki de dönüştürebileceğini düşünüyor. Güya Alevilik hakkında konuşuyor, Aleviliğin “gereklerinden” bahsediyor ancak Alevileri “varoluşu hatalı” bir konuma indirgiyor. Böylece yaşayanlarından arındırılmış bir yaşayışa gönderim yapıyor – yani hiçbir yere. Başbakan aynı söylemi “Kürt kardeşlerine” sımsıkı sarılıp BDP’yi ve PKK’yi dışlarken de kullanmıştı. Cumhuriyet ideolojisinin yaptığı gibi Kürt kimliğini reddetmemiş ancak onu kendine göre yeniden tanımlayarak makbul Kürt’ün nasıl olması gerektiğini vaaz etmişti.
Böyle bir iktidara nasıl karşı durulabilir? Bunu öncelikle biz değil, nesneleştirilmeye çalışılanlar kimlerse onlar yapacaktır elbet. Ancak hatırda tutmakta fayda var: biyopolitikanın uyguladığı her şekillendirme çabası aynı zamanda kendisine karşı nasıl direnileceğini de vaaz eder örtük olarak. Örneğin, iktidar “eşcinsellik doğuştan gelen değil, sonradan kazanılan bir yönelimdir" dediği zaman, buna karşı oluşacak tepkinin de “eşcinselliğin doğuştan gelip gelmediği tartışmasının” üzerinden kurulmasını ister. Eğer bu zemine gelmeyi kabul edersek, biyopolitik tahakkümün meseleyi kavradığı alan üzerinden kendimizi savunmaya başlayıp, kendi özneliğimizin nesneleştirilmesine kendi elimizle katkıda bulunmuş oluruz. Hâlbuki eşcinsel kimlik, bilimsel olarak doğrulanmaya veya yanlışlanmaya asla ihtiyaç duymaz. Bu kimlik zaten “vardır” – ister doğuştan gelsin, ister sonradan kazanılsın. Bu noktada iktidarın tartışma zeminini reddetmek, kendi özneliğimizi kurmak veya korumak için daha sağlıklı olabilecektir. Alevilik tartışmaları için de bu geçerli. Gerçek Aleviliğin ne olduğunu ilkeler üzerinden konuşmaya başlamamıza gerek dahi kalmadan, kendini Alevi olarak gören yurttaşların iktidarın bu sözde nesnel zeminini reddetmeleri elzem gibi görünüyor. Elbette bu Alevilerin susması anlamına gelmiyor. Tam tersi, Alevilik üzerine söz söylenecekse sadece ve sadece Alevilerin bunu konuşması gerekiyor - tabii ki kendilerini nesne olarak meşrulaştırmak zorunda kalmadan. (OÇ/HK)
* Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü Yüksek Lisans