Kobanê'nin ateşi Türkiye'yi sardı, saracaktı da. Milliyetçi muhafazakâr kadroların dudaklarının arasından çıkacaklara dayanan, sabır, sabır ve hep sabır bekleyen bir "süreç"in gerilimi, Kürtlerin ve vicdanlı Türklerin, yanıbaşlarında yaşanma ihtimali görünür olan bir katliama sessiz kalmayacaklarını beyan etmeleriyle bir yerden patlak verdi. Tarihin sabrı öğrettiği bir halk, tüm sabrına, barış için ödediği tüm bedellere rağmen çocuklarından başka herkese hak görülen 'öfkesini' sokağa taşırdı.
Rojava'da yaşananın aslında bir devrim olduğunu anladığımız günden bu yana aklıselim her "yorumcu", Türkiye'de sürecin devamının ve dahi olası bir kalıcı barışın yolunun Rojava'dan geçtiğini söylüyorken, yüceler yücesi Hükümet'in ideolojik karın bağlarıyla sarıp sarmalanmış dimağı, Rojava'yı belli ki ortadan kaldırılması gereken bir odak olarak görmekten vazgeçmiyor. Artık gizlenemez ikiyüzlülüğüyle muktedir, Türkiye Kürtlerini "kardeşlik" bağıyla kendisine bağlamaya çabalarken, ağabeylik tasladığı halkın öz ağabeylerinin, kardeşlerinin, amcalarının, teyzelerinin, birkaç kilometre ötedeki Kobanê'de gözü dönmüş katillerle savaşıyor olduğunu görmezden geliyor. Petrol ve ticaret ortakları Barzani'nin katılımıyla yapılan sönük şovların bir mücadelenin tarihini, taleplerini, sahiplenişini, kuramını ve pratiğini gölgede bırakabileceğini sanacak kadar basiretten uzak olanlar, fırsattan istifade kendi "milli" anlayışlarını, yani "Türk" vurgusu belli bölgelerde azaltılmış İslamcı sözde kardeşlik söylemini, nefret ettikleri eşitlikçi ve özgürlükçü bir ideolojinin potansiyel konumlarına zerk etmeye çalışıyor.
Ama işte yalancının mumu, Kobanê'ye kadar yanıyor.
Bu satırların yazıldığı saate kadar Türkiye'de bir günde 14 insan hayatını kaybetti. Çoğu polis kurşunuyla öldü; polis kurşunundan kurtulabilenler ise devlet destekli taşeron namluların hedefi oldu. Suçları, öfkelerini de yanlarına alıp sokağa çıkmış olmalarıydı.
Hani şu meşhur öfke...
"Vatandaş Türkçe Konuş" diyerek gayrımüslim yurttaşların hayatlarını zehir eden gençlere, ellerinde İnönü posterleriyle gazeteleri yakıp yıkan güruha, 6-7 Eylül'de ellerine devlet kadrolarının verdiği sopalarla İstanbul'u yerle bir eden kalabalığa, yıllarca Türkiye'de katliamlar gerçekleştiren sağcı militer "çocuklar"a, şehirlerinde yaşayan Kürtlere hayatı zindan eden linççi "kent sakinleri"ne ve son olarak Ortadoğu'yu tam anlamıyla cehenneme çeviren cani IŞİD üyelerine bizzat muktedirlerimiz tarafından hak görülen, kimi zaman teşvik edilen, "doğal refleks" sayılan öfke...
Bu topraklarda bir tek, o öfkenin içlerinde doğması için tüm koşulları bizzat devletin yaratmış olduğu halkın öfkesine tahammül edilmedi hiç. Kardeşleri ağır silahların kendilerine çevrilmiş namlularından birkaç yüz metre uzaktayken, IŞİD mensupları akrabalarının kafalarını gövdelerinden ayırmak için bıçaklarını bilerken artık dayanamayıp sokağa çıkan Kürt çocuğunun eline, yüz binlerce liralık zırhlı araca atmak için bir taş alması öldürülmesi için yeterli sebep oluyor. İşin vahimi, tarihi boyunca krizleri çözmek için yalnızca şiddet yoluna başvurmuş olan devlet, bir yandan yanı başındaki katliamları destekler bir yandan da kendi sınırları içinde katliamlar gerçekleştirirken geniş bir kitlesel destek buluyor. Gün boyunca sosyal medyada, "kamu malına zarar verdiler" bahanesiyle başlayan tartışmalar, çoktan "sokağa çıkan vurulsun" benzeri onlarca sosyal medya kampanyasına dönüştü.
Peki bu "öfkeli" kalabalık ne istiyor?
Her şeyden önce altını çizmek gerekiyor ki ne Kobanê'nin ne de Türkiye Kürtlerinin, Türk Ordusu'nun IŞİD'e saldırması gibi bir talebi yok. Aksine, Türkiye devletinin artık pek sözünün geçmediği uluslararası arenadaki temel talebi olan uçuşa kapalı bölge ve kara harekâtı planlarına, Türkiye'nin açık emelleri ve tarihin deneyimi göz önünde bulundurularak karşı duruluyor. Türkiye'nin sınırın öte yanına pek de barışçı gayelerle girmeyeceğini yalnız Kürtler değil, herkes biliyor.
Türkiye'den aslında çok daha basit, çok daha insani bir talebi var Kürtlerin: Kobanê'ye insani yardımın ve direniş için gereken mühimmatın geçmesini engelleyen ve bölgeyi Gazze'ye dönüştürmeyi amaçlayan ambargonun kaldırılması ve bizzat PYD Eşbaşkanı Salih Müslim tarafından Ankara'da talep edilen ve kendi ifadesine bakılırsa önce "olur" denip sonra telefonlara çıkmayarak ürkekçe reddedilen, geçiş koridorunun açılması.
Sokaklardaki binlerin bir diğer talebi ise tabii ki Hükümet'in, IŞİD'e herhangi bir destek vermediğini ilan ve ispat etmesi.
Bunu yerine başımızın belası bir "güçlü devlet" söylemini işe koşmaktan, eylemlere "misliyle karşılık verileceğini" açıklamaktan, faşizan kitlelerin "haklı" öfkesini, kendisine atılan taşı bahane ederek parti binalarına, derneklere, kahvehanelere ve hatta hanelere saldırı biçiminde yönlendirmekten başka bir eylemi yok muktedirin. Bu korkunç döngüye girme cesaretini ise, asıl derdi bölgenin petrolünü en ucuza mal etmeye çalışmak olan büyük abisi ABD'nin sessizliğinden alıyor şüphesiz (bu da başka bir yazının konusu olsun).
Üstelik az ötede, birkaç santimetrelik bir sınır çizgisinin diğer yanında ateş büyüyerek yanmaya devam ediyor.
Bu ateşin, az ötesindeki insani trajediye seyirci kalanları uyandırıp uyandırmayacağı; en büyük destekçileri doğal olarak en büyük şiddet mağdurları olan barış sürecini bitirip bitirmeyeceği; sözünde durmayan bir devletin şiddet sarmalının fitilini yakmak yerine kendi yurttaşlarının mutluluğu için acil eylemlerde bulunup bulunmayacağı; muktedir bir ağızdan, "Sünni Araplar dışlanmasaydı bu öfke ortaya çıkmazdı" diye meşrulaştırılan IŞİD ile, sınırları tehdit eden bir terör örgütü olarak mücadele edileceğine dair bir açıklama gelip gelmeyeceği, yine aynı muktedirin bir gece ansızın basiret kazanmasına bağlı. (MÇ/HK)
Fotoğraf: Mehmet Fiyedil Temel / Muş-Bulanık-AA