Yazar Jurek Berker’in dokunaklı roman kahramanı Yalancı Jakop, takdir edilecek, sevilecek az sayıdaki yalancıdan biri olmalı. Jakop, Nazi işgali altındaki Polonya’da çiçeklerin, ağaçların hatta yabani bitkilerin bile yasak olduğu dış dünyaya kapalı bir Yahudi gettosunda yaşar.
Günün birinde şans eseri sağ çıkacağı karakolda, radyodan bir haber duyar ve arkadaşının tehlikeli bir işe kalkışmasını engellemek için bu haberi ona iletir. Haber kısa sürede yayılır, korkunun ölümün ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü gettoda olağanüstü bir umut kaynağı haline gelir.
Merhametli Jakop, bu umudu karartmamak için yalan söyleyecek ve Jakop’un yalanları ölümle, eziyetle, aşağılanmayla mühürlenmiş karanlık getto yaşamını bir ölçüde aydınlatacaktır.
Çocukluğu ve gençliği getto ve toplama kamplarında geçen Polonya asıllı yazar Becker’ın Holocaust konusunda yazılmış en etkili edebi eserlerden sayılan kitabı Türkçede Ayrıntı Yayınlarından çıkmıştı.
Roman filme de çekildi. Yalancı Jakop’u tahmin edilebileceği gibi Robin Willams canlandırdı. Film, yine tahmin edilebileceği gibi kitabın etkileyiciliğine erişemedi. Ama benim sözünü etmek istediğim kitap, film ya da böyle hayran olunası merhametli yalancılar değil, zalim yalancılar, acımasız yalancılar; yalanı ülkeyi yönetmenin sıradan, neredeyse doğal bir aracı ve yöntemi haline getirenler; herhangi bir sorumluluk duymadan, hesap verme korkusu olmadan, en hayati konularda bile fütursuzca yalan söyleyenler…
Yönetim biçimi olarak yalan
Dört başı mamur bu yalan politikasının nedeni ve kaynağı, hükümetin yalanı, bugüne kadar yönetenlerden daha çok sevmesi değil, son kullanma tarihi geçen mağduriyet miti ve takiyye, anlayışı yalanı bir ölçüde meşrulaştırmış olsa da, esas neden, 12 Eylül kalıntısı anayasa ve yasaların yalanın bir yönetim biçimi haline gelmesine elverecek yapı ve hükümlerle donatılmış olması.
Yurttaşların kararlara etkin ve demokratik katımını, kamunun hükümet politikaları ve meclis üzerinde denetimini sağlayacak mekanizmalar, kamu işlerinde saydamlık, hesap verebilirlik yok. Bu yüzden yalan var.
Yürütmenin gücünü sınırlı ve sorumlu bir biçimde kullanmasını sağlayacak, yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirini dengeleyip, denetleyebileceği mekanizmalar yok. Yargı üstünde hükümet vesayeti, çoğunluğun parmak sayısıyla çalışan yasama organı var. “Ben yaptım oldu, toplumun yüzde ellisi arkamda, istemeyen sandığa gitsin” var. Yalan da bu yüzden var.
Yasama süreçlerinde şeffaflık, vatandaşların karar alma süreçlerine etkin ve demokratik katılımı şöyle dursun, hükümetin yasama organını işlevsiz kılarak çıkardığı kanun hükmünde kararnameler, torba yasalar ve bakanlık genelgeleriyle, yasama işlevi, teknokratlardan oluşan, bakanlar kuruluna devredilmiş durumda.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çoğunluğunun oluşturduğu meclis komisyonlarının demokratik bir işleyişi yok. Meclis iç tüzüğü, muhalefetin ve azınlıkta kalanların söz ve kararlara katılma hakkını güvenceye almıyor,
Cinsiyet eşitliği yok, yolsuzluktan yargılanmama zırhıyla ve mali olanaklarla donanmış erkek meclis var.
Ülkede yaşayanların seçme ve seçilme haklarını güvenceye alan seçim yasaları yok. Meclis çoğunluğunu ele geçiren siyasi parti, aldığı oyla kıyaslanamayacak sandalye sayısına ve sınırsız yürütme gücüne kavuşuyor.
Adil, bağımsız, etkin, eşit, erişilebilir yargı yok. Hukuk dışı oluşturulmuş dosyalarla hapiste tutulan binlerce kişi var. Savunma güvencesi, sav ve savunma eşitliği yok, cezaevindeki avukatlar, adliyede dayak yiyen avukatlar, gazlanan avukatlar var.
Yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi yok. Atamaları, terfileri, görevden alıkoyulmaları adalet bakanlığının iki dudağı arasında yargıçlar var.
Devlet organlarının eylem ve işlemlerine yargı denetimini yok. İstisnalar, yargılanmama ayrıcalıkları, yargı kısıtları, işlevsizleştirilmiş yüksek mahkemeler var. Yalan da bu yüzden var.
Yoksulluğu önleyici, gelirin ve zenginliğin adil paylaşımını sağlayacak yasalar, bütçe ve vergilendirme sistemi yok. Açlık sınırı, yoksulluk sınırı var.
Uluslararası standartlarda siyasi, sosyal ve kültürel haklar, din ve vicdan özgürlüğü, ayrımcılık yasağı, doğa, kent, emek, anadilde yaşam, engelli, çocuk, LBGTİ, kadın, gençlik hakları yok. Cinsiyetçilik, homofobi, ırkçılık, mezhepçilik, ayrımcılık, nefret suçu, ekolojik ve kentsel yıkım var. BM ve Avrupa sözleşmelerine konulan çekinceler var. Hak ve özgürlüklerin önünde “toplumun çoğunluğunun ahlak anlayışını yansıttığı varsayılan “genel ahlak” ile “kamu düzeni”, “genel sağlık” gibi muğlak ifadelerle konulan sınırlamalar var.
Doğal, tarihi varlıklar, kentler, canlıların yaşam alanları neo liberal yıkıma uğrarken, insanların yaşam alanlarıyla ilgili kararlara katılmasını sağlayacak yerel ve yerinden demokrasi yok. Aşırı merkeziyetçi devlet var, “Ağaç görmek isteyen ormana gitsin” var.
El Nusra’ya aktarılan paralar, Ortadoğu’da oynanan karanlık ve kirli oyunlar dış basında konu edilirken, uluslararası politikada ciddi bir sorun haline gelirken, Dışişleri Bakanı çıkıp “Böyle bir şey yok,” deyip, kestirip atabiliyor.
Meclisin hatta bakanlar kurulunun bilgisi dışında, MİT, Dışişleri Bakanı, başbakan ve danışmanları tarafından kapalı kapılar ardında alınan, herkesin can güvenliğini ve geleceğini ilgilendiren bu kararlar halktan ve yasama organından gizleniyor.
Başbakanın elinin altındaki fonlar ve gizli ödenekler üzerinde meclis komisyonları ve Sayıştay eliyle kamu denetimi yok. İstihbarat ve güvenlik örgütlerinin çalışmalarını ve örtülü ödeneklerin nereye gittiğini soruşturacak, fonların yerinde kullanılıp kullanılmadığını denetleyecek meclis komisyonu yok. Hesap verme, yargılanma çekincesi yok. Bu yüzden yalan var…
Siyasi hak ve özgürlükleri düzenleyen anayasa ve yasa maddeleri siyasete katılımı engelliyor. Siyasi partiler yasası, dernekler, sendikalar, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasası örgütlenme ve ifade özgürlüklerini, hükümetin icraatlarına karşı her türlü demokratik itiraz hakkını yok ediyor. Ediyor ki, kimse çıkıp da “yalan söylüyorsun, hesap ver” diyemesin!
İnsan hakları ihlallerini ve kamu yönetimi denetleyecek özerk kuruluşlar yok. Rekor düzeyde hak ihlalleri, Hrant Dink davasından kötü şöhretli kamu denetçisi var.
Yansız özgür haber yapan, hükümetin ekonomik ve siyasi yaptırımlarıyla eli kolu bağlanmamış medya yok.
Hükümet istihbaratıyla sorumsuzca ve yanlı- yalan haber yapan, medyanın saygınlığını teraziye koyacak, gazetecilik meslek etiğini hatırlatacak, yaptırım gücü ve anayasal güvencesi olan kurumlar yok.
Anayasada basın özgürlüğü güvenceye alınmadığı gibi, basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilen, hükümetlerin kamuoyunu tek taraflı olarak yönlendirmesini ve manipüle etmesini engelleyen hükümler de yok. Bunların yerine, sansür var, ceza yasası var, AKP’li üyelerin çoğunluğunu oluşturduğu, özerk olmayan, dünyada eşi benzeri olmayan yetkilerle donatılmış, yargı organı olmadığı halde, yargılayıp cezalandıran ve cezalardan edindiği dev gelir tamamen denetim dışı olan RTÜK var.
Bu nedenle hiçbir yasal ve anayasal engelle karşılaşmadan ülkenin başbakanı basını tehdit edebiliyor, elindeki bütün ekonomik ve siyasi gücü basına ve siyasi muarızlarına karşı fütursuzca kullanabiliyor.
Bu nedenle vaktiyle “Lice’yi PKK değil, devlet bombaladı” denilemediği gibi, bugün başbakan ve hükümetin en yetkili ağızlarının açıkça adres göstererek yaptığı eroin ticareti suçlamasının kaynağını da sorulamıyor. Denilemiyor ki, otuz yıl süren kirli savaş sırasında olduğu gibi şimdi de eroin trafiğini kimlerin koruyup kolladığı, hangi devletli ve apoletlilerin bu işten servet kazandığı devlet tarafından bilinegeldiği halde, bizi temsil eden hükümet yetkilileri, üstelik de barış sürecinde nasıl böyle yanıltıcı ve kışkırtıcı açıklamalar yapabiliyor. Sorulamıyor, Tansu Çiller’in ve Mehmet Ağar’ın servetleri neden hâlâ banka hesaplarında?
Doğru bilgi edinmemizi, adil kanaat oluşturmamızı sağlayacak kurumlar, araçlar yok. Müdahil olabileceğimiz mekanizmalar, yaşamlarımıza ve yaşam alanlarımızı kasteden uygulamalara dur diyebileceğimiz, hesap sorabileceğimiz adil mahkemeler, hak ve özgürlüklerimizi devlete ve yöneticilere karşı koruyacak yasalar yok.
Bunların yerine Terörle Mücadele Kanunu var, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu var, yasal ve yasal olmayan yargılanmama ayrıcalıklarıyla donatılmış güvenlik güçleri var.
Yalan da, bu yüzden var.
Kamu yönetiminde saydamlık, katılımcılık, çoğulculuk, hesap verebilirlik, yargı denetimi söz konusu olmadığı için…
Bu yüzden “hapishaneler boşalacak dağdakiler inecek yalanına” karşı niye milletveklilleri dahil binlerce Kürt siyasetçi, düşünce ve ifade suçu yüzünden hapiste ve neden dağdakilerin inmesini sağlayacak, PKK (Partiya Karkerên Kurdistan- Kürdistan İşçi Partisi) lideri Abdullah Öcalan’la yapılan görüşmeleri, demokratik toplum temsilcilerinin, uluslararası gözlem heyetlerinin de katılımıyla nitelikli bir müzakereye çevirecek adımları atmıyorsun” diye sorulamıyor.
Meclisin ve halkın bilgisi dışında gelişen, toplumsallaştırılmayan süreç katılımcılıktan, saydamlıktan uzak… Bu nedenle yalan var. Beğenmezsen, sokakta sağlığa zarar vermeden direk öldüren biber gazı var.
Son söz
Diyelim, barış süreci adı altında, KCK operasyonlarını sürdüren, sınırlarla parçalanmış Kürtlerin arasında bir de duvar çeken, Rojava’daki devrimi boğmak için bölgesel savaşı körükleyen, barış sürecini güvenceye alacak yasal adımları atmak yerine, binlerce kürt siyasetçisini hukuk dışı biçimde hapiste tutan, Kürtler için konulmuş yüzde on baraja can simidi gibi sarılan, böylece demokratik siyasetin imkânlarını ortadan kaldıran Başbakan ve çoğunluk partisi, barış umutlarını, hak ve özgürlük taleplerini oy hesaplarına tahvil ederek başarılarına yenilerini eklemiş olsun.
Barış sürecini, Kürt hareketini zayıflatmak ve tasfiye etmek için kullanarak, yetmedi Hizbullah’ı devreye sokarak, askeri operasyonlarla HPG‘yi (Hêzên Parastina Gel- Halk Savunma Güçleri) kışkırtmaya çalışarak, aile üzerinden yapılan milyar dolarlık doğalgaz petrol anlaşmalarının bekasını, halkının yaşamına yeğleyen Barzani ile Rojava’ya karşı işbirliği yaparak, Kürt hareketinin barış arzusunu, ülkede ve bölgede yaşayan halklar için duyduğu sorumluluğu, sonuna kadar istismar ederek siyasi “başarılarını” artırdıkça artırsın.
Hepsi iyi güzel de kendi sesinden büyülenen belagat ustası, bu sefer onulmaz bir hata yaptı. Hayatının hatasını yaptı, yazık etti resmen kendine. Neden derseniz o “ahhh” yüzünden… “Ahhhhh Ahmet Kaya “ yüzünden.
O ahhhh ki, yalandan çekmesi hakikataten çok kara vicdan ister. O ahhh’ki yalanla ahhh’ı bile alıyor elimizden…
Ama Yalancı Jakop’un merhameti ne arasın onda!
Onun yalanları, umut vermiyor, yaşatmıyor, öldürüyor. “Dersim özrü yalanı gibi, Erdal Eren’e gözyaşı dökme yalanı gibi, 12 Eylül’le yüzleşme yalanı gibi, dağları indirme, hapishaneleri boşaltma yalanı gibi.
Yağma-yıkım düzeni sürsün diye, insanların özgürlük umuduyla, barış umuduyla, anaların evlat hasretiyle, anadil hasretiyle, toplumun geçmişiyle yüzleşebilme, yas tutabilme arzusuyla oynayan zalim yalanlar, yaralayan,paramparça eden yalanlar… Yalancı Jakop’unki gibi umut yeşerten yalanlar değil.
Ama ne arasın Jakop’un iyiliği onda!
Belagat ustası bu kez hayatının hatasını yaptı, Bir çuval şovu berbat etti. O “ahhh” ı hiç çekmeyecekti!
Bu halk her şeyi unutur da o makamlı “ahhhh”ı unutmaz.
Herşey unutulsa, herşey affedilse o “ahhh” affedilmez,
Biz affetsek “ahhhh” affetmez.
Biz unutsak “ahhhh” unutmaz.
Bu topraklarda karşılığı vardır o “ahhh”ın, “ahhh”ların…
O ahhhh’da hepimizin canından kopmuş can vardır.
Acı kahveden bile çok hatırı vardır.
Yatsıda tükenmez nefesi, Yalancı’nın mumu gibi; gün gelip de devran dönene kadar, yol gösterir yüreğimize… (AD/BA)
* Fotoğraf: Volkan Furuncu - Ankara/AA