İki gündür herkes televizyonların karşısına geçmiş, Muhsin Yazıcıoğlu, Erhan Üstündağ, Yüksel Yancı, Murat Çetinkaya, İsmail Güneş ve Kaya İstektepe'nin Yozgat'a giderken düşen helikopterden sağ kurtulup kurtulmadığını öğrenmeye çalışıyor.
Hava koşullarının aramaları zorlaştırması ve enkazın yerini belirleyecek teknolojik ekipmanın yokluğu yüzünden bekleyiş uzadı ve sonunda bugün öğleden sonra enkazın bulundu.
18 kişilik bir korucu ekibi enkazın yanına ilk varanlar oldu ve hemen bir televizyon kanalına telefonla bağlandılar. Sunucu heyecanla sordu, korucu zorlukla cevapladı. "Beş kişi ölü" dedi; "Cesetler donmuş, tanınmıyor" dedi. Sunucu ısrarlı, "Yazıcıoğlu ölenlerin arasında mı?" diye devam etti. Korucu bilemedi.
Oysa daha yakın zaman önce Hollanda'da düşen Türk Hava Yolları uçağının ardından benzer şeyler yaşanmış; herkesin yanı sıra medya da bundan ders çıkarmıştı.
O zaman da, kendini "haber kanalı" olarak tanımlayan, haber vermeyi ana amacı olarak beyan eden kanalların kerli ferli sunucuları bile ölü sayısını ve kimliklerini yeterince hızlı açıklamayan Hollandalı yetkililere ve bunu ısrarla sorgulamayan meslektaşlarına sinirlenmişti. Yine de, Hollandalı yetkililer, önce ailelere haber vermekte kararlıydı; öyle de yaptılar.
Helikopterde ELS cihazı olmaması, arama-kurtarma çalışmalarının etkinliği, hükümetin ve yetkililerin bu süreçteki eksiklikleri tartışılmaya muhtaç; tartışılacaktır da. Medya açısından, bunlara şu soruları da eklemek şimdiden zorunlu gözüküyor.
Bu ülkede gazetecilerin vatan sevgisi, devletin yararı gibi nedenlerle bile insanların hayatını doğrudan etkileyen meseleleri haberleştirmekten kaçındığını, ya da gerçekleri olmadığı gibi haberleştirdiğini biliyoruz. Bazense, en ufak yanlış haber verme ihtimaline karşı, beklemek daha doğru oluyor.
Mesele, işi neyi haberleştirip neyi haberleştirmemeye karar vermek olan; hadi herkes bir yana, meslektaşlarının dramıyla bile empati kuramayan gazetecilerin durumu.(EÜ)