son dönemde iki ünlü şairin, ahmed arif ile orhan veli’nin kavuşamadıkları sevgililerine yazdıkları ‘aşk mektup’larından oluşan iki kitabı ve bir kadın gerillanın, delila’nın dağ günlüklerini ardarda okudum.(1,2,3)
bu yazı onlardan yola çıkılarak yazıldı ama asıl olarak onlara dair bir yazı değil, hatta o kitaplara dair de değil! onları okurken aklıma gelen “mektup/günlük yazma/okuma” üzerine düşüncelerimi paylaşmak ve tartışmak istiyorum.
ola ki onları okuyanlar, bir yandan da bu noktaları kafalarında düşünüp tartışırlar. sonrasında benimle ya da herkesle paylaşırlarsa çok da güzel olur.
mektup yazmak okumak
mektup yazmayı da okumayı da severim, sıkça da yaparım. mektuplardan oluşan kitapları da okumayı severim. haluk kalafat ve tuğçe kayalık’ın bianet’te yaptığı derlemedeki kitapların çoğunu da okuduğumu fark etmek sevindirdi beni. eski ya da yeni, rastladıkça da okumayı seviyorum.
küçükken okumayı yazmayı öğrenen pek çok çocuk gibi büyüklerime gelen mektupları hem okur, hem de zaman zaman yanıtlarını yazardım. dedem arap alfabesiyle eski türkçe ve çok kısa yazardı. babaannem ise okuma yazması olmadığı için bana yazdırırdı hepsini. onun da mektupları sevdiğini hissederdim, gelen mektupları da çıkarır çıkarır yeniden okuturdu.
belki de o günlerden kalan bir alışkanlık bu sevme hâli!
ama insanı mektup yazmaya asıl yönlendiren ‘aşık olma hâli!’ olduğunu biliyorum. bir çok insan gibi ben de en çok mektubu aşık olduğum sıralarda yazdım. bir de sevilene fiziksel olarak uzak ya da erişilmez olduğum zamanlarda.
okuduğum her iki kitap da bu tür mektupların aşağı yukarı birbirine benzer nedenlerle yazıldığını ve içeriğini de asıl olarak bu aşkın şekillendirdiğini gösterdi.
aşk mektupları “özel” varlığımızın özel hallerini anlatan “özel” mektuplar, ama güzel de mektuplar aynı zamanda. keşke hep aklımızda olsa, hiç unutmasak!...
iç ses/dip ses
yazmak dışında mektupları okumayı severim. çünkü birçok bilgi vardır içinde, bir çok şey öğrenilir. ama bir başka boyutu daha vardır: okurken akla bir çok şey gelir aynı zamanda...
bir çeşit kendinle konuşmaktır mektup yazmak... çünkü yazan her ne kadar başkasına yazsa da özünde bir “monolog”tur mektuplar. yazdığın sana doğrudan ses vermez o sırada, ama duyarsın o sesi, hem de yanıtı gelmeden önce. o ses aslında senin iç sesindir; sevgili aynur uluç’a atfen söyleyeyim belki de ‘dip ses’indir. sıklıkla kendi sorar, kendi söyler mektup yazan kişi o sesini duyar ve o sese yanıt verir.
mektup yazmak o yüzden de insanın kendisiyle konuşmasıdır, konuştuklarının hepsi yazıya geçmez kuşkusuz, o yüzden satır aralarını okumak da gerekir mektupların. o sesler önce kendisini “ikna” etmeye çalışır. sonra yazıya dökülür. mektup yazan duygu ve düşüncelerini hep yeniden, yeniden kontrol eder. bu kontrol onun bir ‘iç hesaplaşması’ ya da ‘yüzleşmesi’ de sayılabilir.
bu da işlevseldir; insan kendisiyle konuşurken yaptığı iki işe yarar bence:
birincisi kendisini tanır, anlar ve öğrenir. ikincisi de geleceğe, ama öncelikle de kendisi için ve öncelikle kendi geleceğine bir belge bırakır.
özünde yazdığı hem kendisi içindir, hem de tarihe iz koymak amacıyladır. çünkü hep söylendiği gibi, “insanın hafızası unutmakla malüldür!”
hafıza inanılmaz bir aygıttır; uyku en önemli düzenleyicidir ama asıl düzenleyici geçen zamandır.
hafızayı bir plak ya da bir disk gibi düşünürsek, ‘zaman’ onu temizleyen kadifeden bir bez gibidir. onu plağın üzerine her sürdüğümüzde üzerindeki kirler, pislikler silinir, aslında silinmez de kadifeye geçer belki de!... hem de sonradan yeniden plağın üzerine dönmek üzere.
ama aynı zamanda o plağa çizilen çizgilerle kaydedilmiş olan güzellikleri hoşlukları ise parlatır, büyütür, belirginleştirir ve göze çarpar hale getirir. ister temizlesin ister parlatsın aslında her iki işlem de özünde bir yanılsamayı ortaya çıkarır, gerçekten ve gerçeklikten bir kopuşu ya da bir uzaklaşmayı, ama bunlarla birlikte bir tür efsaneleşmeyi de sağlar.
eskiden kalem ve kağıtla yazmayı daha çok sevdiğim mektupları eskisi kadar sık olmasa da şimdi de yazmayı sürdürüyorum. her bir mektupta yazıldığı döneme ve o dönemdeki bana ait düşünce ve duyguları okuyup da anımsayınca ya da yeniden öğrenince mutlu oluyorum.
dolayısıyla mektup yazmak inanın hem entelektüel, hem de somut yaşamına dair önemli işlevleri olan uğraşlardan birisidir.
günlükler ve kişisel tarih yazımı
“not tutmak” ve “kaydetmek” yazmayı öğrenip içselleştirdiğim zamandan beri en çok yaptığım “iş”lerden birisi oldu. çoğu aldığım notun işlevi bitince çöpe gitse de hep kaydettim. bazen sakladıklarım da oldu. onlar da daha sonra yazma faaliyetimle ilgili işlerde bana kaynaklık etti. ayrıca yaşamım boyunca değişik dönemlerde değişik amaçlı olarak, tam anlamıyla olmasa da günceye benzer yazılar yazdığım dönemler de oldu.
günce de gerek çıkış noktası gerekse içerdiği temel unsurlar bakımından değerlendirilirse, aslında mektuptan çok farklı bir ‘yazma’ türü değil. özellikle de kişinin kendisini tanıması ve kişisel tarihini oluşturması bakımından; öznelliklerine karşın hem de.
günceler de sıklıkla insanın kendisi için koyduğu küçük notlardan oluşur. bunların içinde zaman zaman herhangi bir nedenle başkalarına ifade edemediği, duygular, düşünceler, yaptığı değerlendirmeler, aklına gelenler, hayaller, planlar, projeler de yer alır.
insanlar nadiren herkese yönelik olarak yazarlar günlüklerine yazdıklarını. böyle yapıp yapmamaya da baştan karar verirler sıklıkla; dahası yazdıklarının içinde de bunu da açıkça belirtirler. onlar genellikle biraz daha kontrol edilerek kaydedilir. bu tür güncelerde herkesin bilmesi istenenler düşünce ve duygular daha çok ve ön plandadır; “özel ve mahrem” olanlar ise daha azdır.
gözden geçirme daha bilinçli bir şekilde yapılır. hatta bazı bölümler silinip, bazı bölümler yeniden yazılır, dahası iyi saklanır. bunlar zaman içinde yavaş yavaş oluşan yapıtlardır aslında. bir çeşit “deneme” türü olarak bile kabul edilebilir.
günlüklerden yazılmış kitapları da okumayı severim. nasıl tarihi bilmek geleceği oluşturmak için bir dayanak sağlarsa, onlar da kişisel geleceği oluşturmak ve yaşamı planlamak için çok yararlı olurlar.
tüm bunlardan yola çıkarak, mektup ve güncelerden oluşan kitapları okumak hem onları yazanları en doğru şekilde ve birinci elden tanımayı sağladığını, hem de öznel de onların oluşturduğu bu belgelerden geçmişin öğrenilebileceğini söyleyebiliriz.
mahrem ve özel olanın farkında olmak
ancak son dönemde okuduğum iki “aşk mektupları” içeren kitap ve bir günce bu konudaki düşüncelerimi, başka açılardan da geliştirmeme, belki de biraz daha inceltmeme neden oldu.
bunların yayın yoluyla “kamuya açılması” konusu bu kitapları okurken aklıma geldi.
çünkü her üç kitap da asıl “yazanlar”dan sonra ve onların bilgileri dahilinde ya da kendi kararlarıyla yayınlanmayan kitaplardı. başka türlü söylersek ikinci, üçüncü, dördüncü kişilerin arzu, istek ve kararlarıyla bizlere ulaşmışlardır. bir hukuksal sorun oluşturması bakımından söylemiyorum bunları, amacım insanların yazdıklarının da sahibi olması konusunu tartışmak.
bunun günümüzde çok ciddi bir sorun olarak yaşadığımız “gözetlenme” olgusuyla çok yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. bu kitapları bir de, bu hak ihlâlini büyüten, en azından kabullenilmesine katkıda bulunan ya da olumlayan bir yaklaşım olup olmadığı açısından tartışmalıyız bence.
herhangi bir zamanda ya da yerde, biz orada değilken olan bitenin neler olduğuna yönelik merakı çoğaltan etkenlerin arasında “gizli olan” bir şeyleri öğrenilip öğrenilemeyeceği en başta gelen unsurlardan birisidir kanımca.
başkalarının bilmediğini, ya da kimsenin bilmeyeceğini bilmek, bu bilgiyi edinmekten kaynaklanan duyguların içinde önemli bir yer tutar. çünkü başkalarının bilmediğini bilmek insanı güçlü kılar ve onun üzerinde bir egemenlik kurulmasına olanak sağlar. bu sırada, yani bilgiye erişim sırasında duyulan haz da kanımca yine önemli unsurlardan birisidir.
tabi burada o anların asıl “özne”lerinin bilgisi dışında bu kayıtların tutulması ya da başkalarınca bilinir bir hale gelmiş olması önemli bir başka unsurdur.
pornografi ve erk
bunlar hepsi aslında “pornografi”nin de en temel unsurlarıdır. mobese kameralarıyla tüm toplumun her anının ve de sürekli kaydının gerekçesi bence yalnızca güvenlik değildir. bunlardan yararlanarak bazı insanların yaşamları hakkında bilgi sahibi olarak onlara egemen olma olasılığı, buradaki en önemli unsurlardan birisidir.
mobeselere benzer biçimde ama “yasal” bile olmayan nedenlerle ve şekilde, ama her hal-ü kârda “gizlice” yapılan kayıtlarda da bu yan hiç de azımsanacak bir boyutta değildir.
burada yapılan gözlem ya da dinlemelerin, sıkça öne çıkarıldığı ya da zannedildiği gibi cinsellik ya da onun unsurlarıyla ilgisi olması da gerekmez.
insanların kendi erk alanlarında olan “mahremleri”ne üçüncü kişi olarak, ama daha da önemlisi onların bilgisi olmadan nüfuz etmektir. bu o kişiye sahip olmakla aynı anlama gelir. aslında gözetlenmeye/dinlenmeye itiraz da merak da hemen hemen aynı noktadaki duygu, düşünce ve tutumlardan kaynaklanır. kişilerin tümüyle kamuya açık bir şekilde yaşaması ve yaşamındaki hiçbir şeyin mahrem olmaması da bu durumu değiştirmez. çünkü yaşamının tümünü ve her an kamuya açan birisi de buna dair erkinin kendisinde olduğunu bilmek ister ve bilgisi dahilinde olanla, olmayana yönelik tutumlarının birbirinin tam aksi olması da bundandır.
yukarıda dediğim gibi, bunların aklıma gelmesini sağlayan nedenlerin başında her üç kitaptaki yazılanların, yazanlarının bu işe dair onaylarının olmaması geliyordu bence.
olması gereken
insanlar günce tutarken bunu genellikle düşünürler. onun içinde bir yerlerde de söz ederler buna dair. en kötü olasılıkla eğer ölümleri ani bir ölüm değilse, bundan söz ederler ve vasiyette bulunurlar; günce ve mektuplarının yayınlanıp yayınlanmasına dair isteklerini dile getirirler. aslında bunun için gerekli koşulları da oluştururlar ve yazdıklarını bir de bu yönüyle gözden geçirirler. bilinçli onam insan onuruna saygının gereği, zorunlu bir kuraldır.
güncelerde bunun olması, bulunması da tek başına yetmez yine de. yazılı olanlardan bundan etkilenecek olan kişilerin de yayına dair onamlarının olması, en azından yazılanlara yanıt verme ve söz hakları temel haklar arasında yer alır. üstelik bu yalnızca geçmişe yönelik değil, aynı zamanda geleceğe dair de bir hak olarak öngörülmelidir. yazanın onayı olsa da bunlar kamusal alana açıldıklarında toplum tarafından bilinen insanlar dışındaki kişileri ilgilendiriyorsa, ya da yazılanlar “mahremiyet” kapsamına giriyorsa bunların basılarak kamusal alana açılması konusunda birkaç kez düşünülmelidir.
mektuplar konusunda ise durum bundan daha karmaşıktır. bir mektup eğer sanal bir kişiye yazılmamış ya da muhatabına gönderilmişse, yazılanların içeriğiyle ilgili bağlam dışında bir mülkiyet ilişkisi olarak hem yazan hem de yazılan kişiye ait olduğu bilinmeli ve iki tarafın onayı olmaksızın yine kamusal alana açılması konusunda herhangi bir hak ihlâline neden olunmaması garanti altına alınması gerekir.
sonuç olarak bu örneklerde gördüğümüz üzere “özne”lerin doğrudan karar veremediği, erk kullanamadığı durumlarda, bunlar çok ünlü, yakınları dışında tüm toplumun sahiplendiği ve kamusal nitelikte kişiler de olsalar, “özel/kişisel mektup ve günceleri”nin yayınlanması konusunda “özel bir istek” belirtmemişlerse, bunlar sanat tarihi, toplumsal tarih bağlamında, ilgililerine, araştırmacılara açık olacak şekilde ulaşılabilir hale getirilmeli ama basılı ya da başka bir yolla yayınlanmamalıdır.
bu en azından onları da kendimiz gibi gördüğümüz ve düşündüğümüz, kendimize dair öz saygımızı onlar için de benimsediğimizi ve bir hak olarak kabul ettiğimizi gösterir. (ms/hk)
1 “leylim leylim ahmed arif'ten leyla erbil'e mektuplar”, iş bankası yayınları, 2013
2 “yalnız seni arıyorum / nahit hanım'a mektuplar” yapı kredi yayınları, 2014
3 “delila, bir genç kadın gerillanın dağ günlükleri” everest yayınları, 2014