Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Direktörü Alison Bethel McKenzie, tutuklanmamızın ardından İstanbul'a geldiğinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın "Türkiye'de basın ABD'den daha özgür" sözü üzerine görüşü soruldu. McKenzie, "Şaka mı bu? Ben ABD'de gazetecilik yaptım. Orada gazeteciler hapse atılma korkusu olmadan işlerini yaparlar" cevabını verdi.
Gerçekten de demokratik standartları yüksek ülkeler ile yüksek olmayanları ayıran temel farklardan birisi de budur; Düşünce, ifade, halkın haber alma hakkı ve bunları yerine getiren basın özgürlüğüdür.
İran ve Rusya gibi demokratik standartları tartışmalı ülkelerde bile 34 gazeteci tutukluyken Türkiye'de bu sayının 57 olması herhalde bir fikir veriyordur. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün listesinde ise en alt sıralarda olması ise yalnızca bir tesadüf olmasa gerek. Hükümet ısrarla hapisteki gazeteci sayısını 27 olarak beyan ediyor. Sanki az bir rakammış gibi. 27 rakamını bile telaffuz ederken en küçük bir kaygı duyulmaması endişe verici.
Hükümet, Basın Kanunu ile övünürken -ki birçok sorunlu maddesi var- Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Yasası'na dayanarak gazetecilerin hapse atılması konusuna duyarlı davranmıyor.
IPI Direktörü McKenzie'nin "ABD'de gazeteciler hapse atılma korkusu yaşamadan mesleklerini yaparlar" sözünün tam tersine, Türkiye'de gazeteciler hapse atılacağını bile bile görevlerini yapmaktadırlar.
Siyasetçiler, bürokratlar ve her türlü güç odağı ister ki yalnızca onların dediği yazılsın. Ve devleti yönetenler kendi söylediklerine inanılsın isterler. Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri her ne kadar etkiye ve baskıya maruz kalırsa kalsın, eğer orada özgür bir gazetecilik varsa basın dördüncü güç olarak demokrasinin, çoğulculuğun egemen olmasında en önemli rolü oynar. O yüzden şeffaflıktan korkan demokrasisi gelişmemiş ülkelerde iktidarlar basını kontrol altına almayı önemli bir uğraş haline getirir. Mali baskı, korkutma ve hapis bilinen en klasik yöntemdir.
Biz bu korkulara teslim olmama pahasına işimizi yaptık. Siz aynı korkulara teslim olmayarak görevinizi yerine getiriyorsunuz.
Eğer böyle olmasaydı ve biz yalnızca devletin verdiği yalan yanlış bilgilerle yetinseydik, gazeteci Hrant Dink cinayetinin 17 yaşında bir tetikçi, onu azmettiren birkaç kişi ve Trabzon'da "görevini ihmal eden" birkaç jandarma personeli ile İstanbul'da ancak idari ceza verilen bir iki polisin kusurları arasında işlenmiş olduğu bilgisiyle yetinecektik.
Oysa bugün Dink cinayetinin arkasında Trabzon, Ankara ve İstanbul polisi, Trabzon jandarması ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) dahil devlet kurumlarında görev yapanları isim isim biliyorsak, bunda en büyük pay gazeteciliğindir.
Devletin , siyasetçisiyle, polisiyle jandarmasıyla, MİT'çisiyle müfettişiyle kapatmaya çalıştığı Dink cinayetinin üzerine geçirilmeye çalışılan örtüyü gazetecilik yırtıp atmıştır.
Eğer Hrant Dink cinayeti konusunda devlet mahkeme salonlarında değil de halkın vicdanında yargılanıp mahkûm olduysa bu gazetecilik sayesindedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 14 Eylül 2010 tarihli kararı, Dink'in ifade özgürlüğünün korunmadığı, tehditlere rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı ve göz göre göre işlenen cinayette ihmali olan devlet görevlileri hakkında etkin bir soruşturma yapılmadığı gerekçesiyle T.C. Devleti'ni tazminat ödemeye mahkûm etti. Bu karar, 2009 yılı Ocak ayından beri Dink cinayeti konusundaki gazetecilik faaliyetlerinin evrensel hukuk kuralları ile tasdik edilmesiydi.
Peki sonra ne oldu? "Hiç" diyemiyorum. Cinayette adı geçen polisler, MİT'çiler, jandarma, kim varsa görevlerini korudu. Bazıları terfi ettiler. Hiçbirisi yargı önüne çıkmadı, hakim yüzü görmedi. Tüm bu gerçekler ortaya çıksın diye 2008 yılı ortasından itibaren çalışan ve iki kitap yazan ben, önce İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi ile İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde 30 yılı aşkın hapis istemiyle yargılandım. Beraat ettim.
Dink cinayetinde ihmali olduğu BTK raporları ile belirlenen polislerin yürüttüğü Ergenekon soruşturmasına dahil edildim ve şimdi Silivri'deyim. Tutukluyum. Bunun bir intikam operasyonu olduğunu yalnız ben düşünmüyorum. Yurtiçinde ve yurtdışındaki gazetelerde de buna yönelik yorumlar bolca yayınlandı.
Tutuklanmama gerekçe olarak gösterilen Hanefi Avcı'nın kitabını yazmak bir yana, tek bir harf katkım olmadığını ya da Silivri'de aynı koğuşu paylaştığım meslektaşım Ahmet Şık'ı kitabı için çalıştırmadığımı en iyi bize bu komployu kuranlar biliyor.
Türkiye'de yakıcı gerçekleri ortaya çıkaran gazetecilik zaten "ateşten gömlek giymek" demektir. Ama şimdi bize Silivri'de hem de hukuk alet edilerek bir "deli gömleği" giydirildi.
Yine hukuk bu "deli gömleği"ni çıkartır mı?
Türk yazınının onuru Yaşar Kemal şöyle diyordu: *
"Hani eskiden bir güç vardı, ona ilerici güç diyorduk ya; hepimiz karanlık bir duvarın önüne geldik. Başımızı son hızla vurmak üzereyiz. Yargı mekanizması adalet yerine öfke ve korku kaynağı olursa işte bir ülke böyle olur."
Gömleğin çıkartılmasına, öfke, kin ve kavga değil, akıl sağduyu ve demokrasinin erdemi karar verecek. Yine Yaşar Kemal'in sözleriyle söyleyelim:
"Hapishane kötüdür, ölüm gibi.... Zulüm, aşağılık, insanlık dışı bir şeydir, ölümden de beterdir."
Diyorum ki korkulmasın; bu gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin gereği yok...
İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır. Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü olmuştur...
Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma; selam olsun korkunun üstüne yürüyenlere; selam olsun insanlık toptan tükenmedikçe umudun da tükenmeyeceğini gösterenlere...
Selam olsun "yansak da dokunacağız" diye yürüyen, her biri Emil Zola'nın vicdanına, yüreğine ve cesaretine sahip meslektaşlarıma, kardeşlerime...(NŞ/ŞA/EÖ)
* ÇGD'nin 28 Mart 2011 tarihinde düzenlediği ödül töreninde yaptığı konuşma