Heval'le üç gün önce tanıştık ve birbirimizden çok çabuk ayrıldık.
Ama Heval'in minicik ellerinde kendimi bulmadan önceki serüvenimi sizlerle paylaşmalıyım.
İzmir Eski Foça'da, Çanak Koyu'nun sahilinde yaşayan bir taştım ben. Hala taşım o başka. Ama artık evim orası değil, çok uzaklarda bir yerdeyim. Neresi olduğunu hikâyemi okuyunca öğreneceksiniz.
Güneşin ortalığı ve sahili kavurduğu bir yaz günü, hafifçe değen dalgalarla serinlemeye çalışırken üzerime doğru eğilen biri beni uzun uzun inceledi, bir iki şey söyledi ve elini uzatıp beni olduğum yerden aldı. Sonradan öğrendiğime göre bana "Lütfen bağışla. Seni, bugüne değin hiç deniz görmemiş, deniz özlemiyle yanıp tutuşan kardeşim Heval'e armağan etmek için alıyorum" demiş.
Çanak Koyu'ndan o gün ayrıldım. O an beni uzunca bir yolculuğun, yolculukların, buruk bir hikâyenin beklediğini bilmiyordum. Günlerce bir çantanın içinde oradan oraya taşınıp durdum. Çanak Koyu'nu ve denizi özlediğim oluyordu ama yeni yerime de alışmaya başlamıştım. Yeni evimde kaç gün geçti bilmiyorum.
Sonra bir gün evin kapısı açıldı, içeri dolan keskin bir ışıkla gözlerim kamaşıp kapandı. Bana değen bir el - büyük ve sıcak bir el- beni çantanın dibinden alıp başka bir ele, sıcacık ve minicik bir ele bıraktı. Nedenini sonraları anlayabildiğim sevinç çığlıkları kulaklarıma doldu. Hafifçe gözlerimi araladım ve iri kara gözleriyle beni süzen güzel bir kız çocuğuyla karşılaştım. Minicik elleriyle beni burnuna doğru götürüp dakikalarca kokladı ve "Deniz kokusu bu, deniz kokusu bu, değil mi?" diye sordu.
O minicik ve sıcacık el Heval'in elleriydi. Çanak Koyu'ndan buraya gelinceye değin başıma gelenler bunlar. Bundan sonrası benim için daha güzel geçen günlerdir, bunu bilmenizi isterim. Bu arada Heval'in yaşadığı yeri öğrendim. Burası Hakkari'ymiş.
Askerden dönen abisi Heval'e bir armağan getirmek istemiş. Hep denizi merak eden, denizi kıyısına gitmeyi, uçsuz bucaksız denizde kulaç atıp yüzmeyi düşleyen ama bunu hiç yapamamış olan Heval'e, denize ait bir şey getirmek istemiş abisi. Denize ve Heval'in düşlerine ait bir armağan... Kendisi anlattı bunları bana. "Seni getirmiş olması çok güzel ama bir şişeye de deniz suyu koyup getirseydi daha güzel olmaz mıydı?" deyince ikimiz de güldük. Ben gülebiliyorum, hele bir çocukla birlikteyken.
Eski evimden ayrıldığımda içimi saran hüzün bunları duyunca uçtu gitti. Bir çocuğun düşlerini gerçekleştirmekten daha güzel ne olabilir...
Tanıştığımız günden beri, üç gündür Heval'in cebinde Hakkari sokaklarında gezinip durdum. Arada cebinden çıkarıp benimle konuşuyordu. Çevremizi saran arkadaşlarına beni gösterip bir şeyler anlatıyordu. Galiba beni ne kadar çok sevdiğini anlatıp duruyordu, öyle hissediyordum. Bilmediğim bir dilde konuşuyordu arkadaşlarıyla.
Diğer çocuklar da ellerindeki taşları Heval'e gösterip bir şeyler söylüyorlardı. Konuştuklarını anlamayı o kadar çok isterdim ki... Heval benimle konuşurken Çanak Koyun'da öğrendiğim dilde konuşuyordu. Arkadaşlarıyla konuştuğu dil hiç duymadığım bir dil. Ama hararetli konuşmalarından anladığım kadarıyla hepsinin gerçekleşmesini istediği dilekleri olduğunu anlayabiliyordum. Bu dileklerinin yerine gelmesi için bir plan yaptıklarını da anlayabiliyordum.
Heval'in ısrarla sorduğu bir şey vardı. Kafasından neler geçiyor, ne düşünüyor, niye ısrarla uçmayı bilip bilmediğimi soruyordu... Ayrıca bilmiyorum, uçabilir miyim? Hiç denemedim. Uçabilirim belki, ama bunu O'na nasıl söyleyeceğim? Ben gülebiliyorum, konuşulanları anlayabiliyorum ama konuşamıyorum.
Heval'in odasının duvarında bir fotoğraf var. Çok güzel, ışıl ışıl yüzü olan genç bir oğlan çocuğunun fotoğrafı. Arada sırada fotoğrafın önüne geçip, yine anlamadığım dilde bir şeyler anlatıp duruyor fotoğrafa. Neler anlattığını, fotoğraftaki çocuğun kim olduğunu öğrenmek isterdim. Anladığım kadarıyla Heval için çok çok önemli biri o fotoğraftaki çocuk. Öğrenirim, belki bana da anlatır o fotoğrafın öyküsünü Heval, bilmem anlatır mı?
Beni bir bezin içine koyuyor Heval. Sokaklarda gezip eve döndüğümüzde beze sarıp sarmalıyor beni. Sonra bir kutunun içine koyuyor. "Sen benim en değerli şeyimsin" diyor bana. Nasıl seviniyorum anlatamam. Bir çocuk için bu kadar değerli olmak bana keyif veriyor, sevinip, heyecanlanıyorum. Ben de Heval'i çok seviyorum.
İkinci gün sokaklarda dolaşıp, arkadaşlarıyla hararetli konuşmalar yaptıktan sonra eve geldik. Beni elinde tutup fotoğrafın önüne gitti. "Duzgin bak bu benim taşım. Eğer ziyaret günü taşımı da içeri sokarlarsa sana göstermeyi istiyorum. Sen de seveceksin taşımı. Deniz kıyısından geldi. Denizin kokusu hala üstünde"
Sonunda fotoğrafın kime ait olduğunu öğrenmiştim. Duzgin, Heval'in kardeşiymiş. Birilerine taş atmış ve hapse girmiş. Birine taş attığı için bir çocuğun hapse gireceğini söyleseler inanmazdım. Aylardır hapisteymiş Duzgin. Heval bunları bana anlatırken gözyaşlarını tutamıyordu. "Biz çocuklar artık bu saçma sapan kavganın bitmesini istiyoruz. Arkadaşlarımla beraber kavganın bitmesi, barışın gelmesi için planlar yapıyoruz. Bu planda sana da önemli bir görev düşüyor, bu görevi benim için yapar mısın?" diye sorunca keşke konuşabilseydim dedim, hayıflandım. İçimden "Evet, tabii yaparım!" diye bağırdım.
O gün de eve dönünce beni bezin içine yerleştirdi ve okşayarak "Yarın büyük gün, hazır mısın ufaklık?" dedi. Ne büyük günü, yarın ne olacak?... Merak içindeydim, söylediklerini düşünmekten bütün gece gözüme uyku girmedi.
Sabah erkenden kalktık, beni eline aldı ve üzerime bir şeyler yazdı. Yazıyı yazarken gıdıklandım ama belli etmedim. Beni cebine koydu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra "Hakkari'nin en yüksek yeri burasıdır" dediği yere geldik. Ortalık bayram yeri gibiydi. Heval'in bütün arkadaşları, Hakkârili çocukların hepsi neredeyse oradaydı. Hepsinin elinde bir taş vardı. Heval beni ağzına yaklaştırdı ve "Sevgili taşım senden bir şey istiyorum. Bu üzerindeki yazıyı çok Ankara'da oturan önemli biri için yazdım. Ona ulaşmasını istiyorum. Duzgin'i ve diğer çocukları, arkadaşlarımı uğradıkları haksızlıktan onun kurtarabileceğini düşünüyorum. Şimdi seni hızla fırlatacağım, gücümün yettiğince tabii. Senden istediğim gökyüzünde süzülüp uçman, uçman, uçman... Ankara'ya vardığın zaman o kişinin ayakları dibine düşüp, mesajımı iletmeni istiyorum. Yapabilir misin?"
Bilmem. Uçabilir miyim onu bile bilmiyorum. Beni seven, bana değer veren, benimle konuşan arkadaşım Heval'in büyük bir dileğini yerine getirmek için her şeyi yapabilirim aslında. Hatta konuşabilsem "Eveeeet! seve seve yaparım" diye bağıracağım. Üzüldüğüm tek şey ondan ayrılacak olmam.
Heval beni tuttuğu elini havaya kaldırdı, kolunu bir iki kez çevirip "Benim taşım çoook uzağa!" diye bağırarak beni öyle hızlı gökyüzüne doğru fırlattı ki korkudan gözlerimi yumdum. Havayı yarıp giderken arkamda vıııııııııııın diye bir ses bırakıyordum. Bir süre sonra cesaret edip gözlerimi açtım. Yeryüzüne doğru baktım, Heval'i ve arkadaşlarını gördüm ama gittikçe ufalıyorlardı. Ayrılırken yüzüne baktığımda gördüğüm tek şey Heval'in gözlerinden süzülen birkaç damla yaştı...
Ben hızla gökyüzüne yükselmeye devam ediyordum. Bir ara çok güçlü esen bir rüzgâr beni önüne katıp uçurdu. Sonra bir başka rüzgâra daha kapıldım. Hızla uçuyordum ama bir sorun vardı. Gideceğim yönü bilmiyordum ki. Ne kadar süre o rüzgârla beraber uçtum bilmiyorum. Bir ara karşıdan gelen bir kuşu gözüme kestirip üzerine doğru gitmeye başladım. Fakat kuş beni fark ettiği gibi bağırmaya ve daha fazla yükselmeye başladı. Galiba beni yanlış anlamış, ona çarpacağımı düşünmüş olmalı. Ben iyi kalpli bir taşım oysa. Kimseye zarar vermek istemem.
Güvercine seslenerek "Heeeey! Beni yanlış anladın, sana zarar vermek istemiyorum. Sadece bir adres soracağım... Ankara hangi yönde?... Heeeey!"
Kuş beni duydu ve yanıma gelerek "Merhaba ben güvercin, bana çarpacaksın sandım. Bugün gökyüzü taş kaynıyor. Sana gelinceye kadar bir sürü taşla karşılaştım. Taşların hepsi büyük bir istekle uçup, gidecekleri adresleri arıyorlardı. Kimisi bir adada yaşayan birine gitmek için o adayı, bazı taşlar bir dağda yaşayan insanlara gitmek için o dağı, çoğu da senin gibi Ankara'yı, İzmir'i, İstanbul'u sorup durdular. Neyse belli ki önemli bir göreviniz var, seni tutmak istemem. Çocukların gökyüzüne fırlattıkları bu taşlar adreslerini bulur ve bir işe yarar umarım" dedi... Gagasını ileri doğru uzatıp bana "Sen doğruca bu yönde gideceksin. Altı rüzgar boyu ki bu senin uçuşunla öğleni bulur, uçacaksın. Güneş gökyüzünde iyice yükseldiğinde Ankara'ya varmış olursun. O zaman alçalır, yeryüzüne doğru düşebilirsin. Aman dikkat et! Kimsenin canını yakmadan inmeyi başar, olur mu?" diyerek bana yolumu gösterdi.
"Teşekkür ederim güvercin, çok teşekkür ederim" diyerek yeni bir rüzgar akımına kapılıp oradan hızla uzaklaştım. Heval'in üzerime yazdığı yazının ne olduğunu merak etmiştim, keşke güvercine sorsaydım. Ama belki o da okumayı bilmiyordur. "Neyse önemli değil, önemli olan Heval'in isteğini yerine getirmem" diyerek, gökyüzünde uçmanın keyfini sürmeye başladım.
Bir süre hızlı hızlı uçtum, güneş gökyüzünde tam orta yerde duruyordu. Galiba güvercinin söylediği gibi Ankara'ya varmıştım. Yavaşça aşağıya doğru süzüldüm. Güvercinden öğrendiğim adrese, Ankara'ya ulaştığıma emin oldum ve hızla yeryüzüne doğru inmeye başladım.
Yeryüzüne iyice yaklaşmıştım. Aşağıda bir kalabalık vardı. Onların üzerine doğru düşmeye başlamıştım, iyi de o önemli kişiyi nasıl tanıyıp, onun ayakları önüne düşecektim. Yapacak bir şey yoktu. Dilerim şansım yaver gider, Heval'in istediği o önemli kişinin önüne düşerdim. Hızla düşüyordum. Herkesin çevresini sardığı kişiyi gözüme kestirdim. Herhalde o kişi buydu. Onun ayaklarının önüne düşmem en doğrusuydu. Yere gittikçe yaklaştıkça içim içime sığmıyordu. Eğer önüne düşmek için pike yaptığım kişi doğru kişiyse, mesaj yerini bulmuş olacaktı. Eğer değilse benim hiçbir suçum yoktu.
Paaaat! diye yere düştüm. Gözüme kestirdiğim kişinin ayaklarının tam da dibine düştüm üstelik. Bir ara çevrede bir dalgalanma, kargaşa oldu. O kişi önce gökyüzüne sonra etrafına bakındı, eğildi beni yerden aldı.
"Üzerinde bir yazı var bu taşın" diyerek yanındakilere döndü. "Taşın üzerinde 'Hadi! Barışalım artık... Heval, Hakkari' yazıyor" dedi.
Bu ne demekse. Altı-üstü bir taşım ben, o kadar.
Yazının anlamını bilemem, beni ilgilendiren tek şey Heval'in, o güzel çocuğun mesajını, umutlarını, isteğini istediği yere, istediği insana ulaştırmaktı. Heval'in sorununu çözecek kişi buydu kesinlikle. Beni elinde şöyle bir gezdirdi. Yüzüne bir gülümseme yayıldı ve beni yavaşça cebine koydu. Bir ara cebine eliyle dokunup, üzerime iki üç kez hafifçe vurdu.
Bunun bir anlamı var mıdır? Bilmiyorum. Dilerim vardır. Çünkü anladığım kadarıyla o yazı Heval, Duzgin ve arkadaşları için hayati önemdeydi. Yoksa Heval, çok sevdiği özene bezene sakladığı taşından neden ayrılmak istesin ki. Değil mi? (SP)
Arslan Sayman
Psikolog - Yazar