Son günlerin en büyük tartışma konularından biri tanzim satışları. Genel enflasyonun yüzde 20, gıda enflasyonun ise yüzde 25 olduğu bir senenin ardından devlet sebze meyvedeki fiyat artışına acil müdahale ihtiyacı duydu. Çözüm için 1970’lerde İzmir Belediyesi’nin önayak olduğu, ardından farklı il ve ilçelere yayılan tanzim satış modeli akla geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şubat ayı başında sinyal verdi, ardından iki hafta içinde Ankara ve İstanbul’da tanzim satış noktaları kuruldu.
En temelde tanzim satış modeli, belediyelerin aracısız bir şekilde üreticiden, çoğunlukla da üretici birliklerinden alıp belediye imkanlarıyla perakende satılmasına dayanıyor. Son bir ayda tanık olduklarımızsa bu sistemin biraz farklı bir versiyonunu karşımıza çıkarıyor. Öncelikle uygulayıcının kim olduğu, ürünlerin nereden geldiği, maliyet ve zararın nasıl kim tarafından karşılandığı, nasıl bir planlama yapıldığı belirsiz.
Ürün çeşidi de, kişi başı alım miktarı da sınırlı. Toplam 80 tanzim satış noktasında insanlar düşük fiyatla satılan sekiz çeşit sebze için uzun sıralarda beklediler. Bu iki şehri Balıkesir, Bursa ve Adana takip ederken, “fiyatlar düşmezse” uygulamanın 81 ile yayılacağı ilan edildi. Ancak bir yandan da mevcut planlamanın 2,5 aylık yapıldığı belirtilmişti.
Peki Türkiye’de gıda fiyatlarının bu kadar yüksek olmasının arkasındaki sistem nasıl işliyor?
Sebze ve meyvelerin tarladan sofraya yolculuğunda Türkiye’de iki temel güzergah bulunuyor. İlki çiftçinin üretiminin komisyoncu tarafından hale taşınması; halde çeşitli işlemlerden geçirilip büyük şehirlerdeki hallere taşınması; buradan market raflarına ve tüketiciye ulaşması şeklinde. İkincisiyse büyük market zincirleri gibi ürünün doğrudan üreticiden alınıp rafa taşınmasıyla gerçekleşiyor, zaten bu izin de bugün değiştirilmesi planlanan bir önceki hal yasası ile tanınmıştı.
Toptancı halleri, meyve sebze fiyatının belirlendiği en kritik duraklardan biri. Aynı zamanda buradaki nakliye ve saklama koşulları zayi olacak ürün miktarını doğrudan etkileyebiliyor. Dolayısıyla haller gıda tedarik zincirinin tam merkezinde yer alıyor. Sürece dahil olan aracı sayısından ve olası suistimallerden ötürü üretici ile raf fiyatı arasında ciddi bir uçurum olabiliyor. Ticaret Bakanlığı’nın İstanbul’daki iki toptancı halinde yaptığı incelemelerde fiyat farkının yüzde 800’e kadar çıktığı görülüyor. Burada yapılacak düzenlemeler de gıda sistemi üzerinde olumlu ya da olumsuz ciddi etkilere sahip olacak. Ancak hem üretimde hem tüketimde çok ciddi sorunlar yaşanırken aradaki noktalara yapılacak müdahalelerden mucize beklememek gerekiyor.
Fakat toptancı halleriyle ilgili yasanın yenilenmesine yönelik yaklaşık beş aydır aralıksız süren tartışmalar, karar alıcıların gözünde beklentinin çok yüksek olduğunu gösteriyor. Ekim 2018’de Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, yeni hal yasası hazırlıklarının tamamlanmak üzere olduğunu ve o ay içerisinde meclise geleceğini açıkladı. Benzer bir çalışmayı Ekim 2016’da dönemin Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi dile getirmiş ve “Üretici ile tüketici arasındaki fiyat farkının fazla olduğunu ve yeni çıkacak hal yasasıyla bu makası daraltabilmeyi umduklarını” söylemişti. Aynı müjde Şubat 2017’de de, Ekim 2017’de de tekrarlandı.
Nihayetinde Ekim ayından bu yana bir şekilde gündemde olan yeni hal yasasının taslağı ortaya çıkınca çok az görüş alındığı anlaşıldı ve konunun farklı aktörleri itirazlarını dile getirdi. Bugün gelinen noktada TBMM Tarım Köy İşleri Komisyonu Başkanı Yunus Kılıç’tan öğreniyoruz ki yeni tasarı için “Biraz daha sabra ihtiyaç var."
Gıda zincirinin tam merkezinde yer alan hallere yönelik kapsamlı ve düzenleyici bir yasa kuşkusuz çok önemli. Ancak minik bir not umudumuzu törpülemeye yetiyor. Bugün değiştirileceği ilan edilen hal yasası, ya da tam adıyla “5957 sayılı Sebze ve Meyveler ile Yeterli Arz ve Talep Derinliği Bulunan Diğer Malların Ticaretinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun” esasında aynı iktidar tarafından hazırlanarak çok da uzak olmayan bir geçmişte 2012 yılında yürürlüğe girmişti. O zamanlar Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, nakliye aşamasında meyve-sebzelerin bozulmasının önüne geçilerek fiyat artışının engelleneceğini belirtirken yıllar sonra 2019’da bu kez Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan yine aynı şeyi söylüyor.
Kasım ayında sızan yeni hal yasası taslağındaki en önemli tartışmalardan birkaçını özetlemek gerekirse:
2,5 ayda fırtına dindikten, fiyatlar mevsim koşullarının da etkisiyle düştükten sonra neler olacak?
Konuyla ilgili basına yansıyan bir de gıda paketi önerisi var. Sözleşmeli tarım, termal tarım, tarımın aile işletmeciliğinin yanı sıra orta ölçekli işletmelere çeşitlenmesi girişimlerini kapsayacağı iddia edilen bu öneri derde ne kadar derman olacak? Tarım ve Orman Bakanlığı, Merkez Bankası ve Ticaret Bakanlığı’nın yaptığı çalışmalardan şunu anlamak mümkün, devletin farklı kademeleri sorunların da, çözümlerin de farkında. Ancak çözümün temeli siyasi otorite tarafında ağır basıyor. Zira ihtiyacımız olan tarımın önceliklendirilmesi. Bugünkü gündelik uygulamalardan, yasalardan mucize beklemenin arkasında tarım politikalarına yeterince önem verilmemesi yatıyor. Devletin neye öncelik verdiğini anlamanın en temel yöntemi hangi alana ne kadar bütçe ayrıldığına bakmak: 2006’da yine mevcut iktidar tarafından kabul edilen Tarım Kanunu’na göre milli gelirin yüzde 1’i kadar destek verilmesi gerekirken geçen bunca yıl süresince hiçbir bütçede bu oran yakalanmadı.
Ziraat Mühendisleri Odası, çiftçilerin önündeki temel iki sorunu yüksek girdi maliyeti ve pazara erişim sıkıntılarından ötürü emeklerinin karşılığını alamaması olarak gösteriyor. Mevcut konvansiyonel tarımda çiftçiler tohum-gübre-kimyasal madde üçgenine sıkışmış durumda ve mazot ile birlikte bütün bunlar dövize endeksli. Her türlü dalgalanma çiftçilerde ciddi etki bırakırken bunu fiyatlara yansıtmaları mümkün olamıyor, yani fiyatlardaki değişim bir gelir artışına dönüşmüyor. Son aylara damgasını vuran kuru soğan, bu konuda her şeyi özetliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre;
Bunun yanına Ziraat Mühendisleri Odası’nın hesaplarına göre çiftçilerin yüzde 90’ının borçlu olduğunu, SGK verilerine göre çiftçi sayısının son 10 yılda yüzde 38 azaldığını, kârlılık açısından Türkiye’deki çiftçileri en mutsuz olarak gösteren araştırmayı da yazalım. Üstüne bir de son yıllarda gittikçe artan ithalat uygulamasını ekleyin. Her fiyat artışında hükümet ithalatın yolunu açarken fiyatlar geçici olarak düşse de esas mağdur tarladaki üretici oluyor.
Ortak derdimiz, talebimiz belli: Temiz ve sağlıklı gıdanın tarladan sofraya ulaşması, bu zincirde üretici-aracı-tüketici ilişkisinin herkesi müreffeh kılacak şekilde oluşturulması ve bunu yaparken biyoçeşitliliği korumanın ve iklim değişikliğini engellemenin her daim bir hedef olarak korunması. Bunun için merkezi yönetimin uygulayabileceği entegre bir kırsal kalkınma ve tarım politikası gerekiyor. Ancak bunu beklerken, gözden kaçmaması gereken bir nokta belediyelerin esasında çok ciddi bir aktör olarak bu süreçte rol alabileceği.
Türkiye’de de tarım konusunda adımlar atmış çok iyi örnek belediyeler bulunuyor. Üreticilere sağlanan alanlar, teşvikler, satış kanalları, kooperatiflere destekler vs. Hazır yerel seçimlerin arifesindeyken adaylara sormamız gereken soru şu olmalı: ekolojik gıdanın tarladan sofraya yolculuğunda ne gibi politikalar vadediyorsunuz?
Ülkenin farklı noktalarında tarım ve gıda konusunda kaygılı olanlar, bazen tek başlarına bazen örgütlerle el ele çeşitli adımlar atıyor, çiftçi pazarları kuruluyor, tüketiciler kooperatiflerle ekolojik gıdaya erişim sağlamaya çalışıyor. Şu harita en azından fikir vermek açısından yeterli olabilir. İşe en azından bu konuda yapabileceklerimiz olduğunu ve yalnız olmadığımızı bilerek başlayabiliriz.