Bu konuşmanın iki temel derdi var; erkeksiliğin toplumsal kurulumunda, gerek pratik anlamıyla gerek muhayyel anlamda askere gitmenin önemini vurgulamak ve genelde tarafların Batılı-Doğulu diye ayrılabileceği savaşlarda, özelde de Irak'a yönelik son Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-İngiliz saldırısında karşılaşanların iki farklı erkeksilik olarak kabul edilebileceğinin de altını çizmek.
Bunlardan bahsederken amacım, bazı kuramları tekrar etmek yerine hep beraber tecrübe ettiğimiz ve bitmişe de benzemeyen bir deneyimin değişik biçimlerde nasıl yorumlanabileceğine dair yeni sorular üretmeye çalışmak olacak.
Ordu ve beden
Erkek bedeni savaşta hem muhayyilenin hem de deneyimin öznesi. Kadın çalışmalarının kadın bedeni ile arasında geliştirdiği bağın aksine; oldukça yeni ve sayıca az olan erkek çalışmalarının erkeksiliği araştırmak ile erkek bedeni arasındaki kuvvetli ilişkiyi ihmal ettikleri söylenebilir. Savaş ve ordu bu anlamda erkeksiliklerin bedenlere nasıl monte edildiği hakkında yakından bakılması en verimli alanlardan biri olarak karşımızda duruyor.
Erkeksiliği neyin oluşturduğu ile ilgili genel bir belirsizlikten bahsedilebilir. Pek çok çalışmada veya toplumsal düşünüşte erkeksilik erkeğin ne olduğunu anlatmak ve onu kadından ayırt etmek için kullanılan, yani sabitleştirilen ve doğallaştırılan bir belirteç. Oysa bunu, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü gibi, bazı erkeklerin de diğerleri üzerindeki ağırlığını ve etkisini kurmaya ve sürdürmeye yarayan bir bilgi ve güç ilişkisi olarak kabul edip, bunun üzerinden düşünmek de mümkün. Ordunun da tam da bu sistemin içinde "istenilen" erkeksilikleri üreten en büyük faktör olduğunu da gözden kaçırmamak lazım.
Joanna Bourke , geçmişte savaşların erkeksilikle ilgili beklentileri ve ifade biçimlerini radikalce değiştirdiklerini kaydediyor, hem savaşa giden, dönen veya dönemeyenler, hem de geride kalanlar için. (1)
Savaşa gidip engelli olarak dönenlerin bu düşünüşte kritik bir önemi var. Onlar kendi vücutlarıyla bu noktadan sonra nasıl ilişki kuruyor ve bunun ne anlama geldiğini düşünüyorlar, savaş öncesinden farklılık taşıyor mu ya da adına sakat kalınılan millet onlara nasıl bakıyor, bu bedenlerin neyi temsil ettiğini düşünüyor? Mesela biz bu son savaşta niçin belli bir temsil sistemi içinde Amerikalı ve Iraklı askerleri gördük de, sakat kalanları görmedik? Eğer hiç sakat kalan olmadıysa, bundan böyle savaşlar büyük sayıda insanın sakat kalmasına sebep olmuyorsa, bunun da savaş-milliyetçilik-erkeksilik ile anlamlarını ayrıca düşünmeye değer buluyorum.
Askerden kaçmak erkeksiliğin tayin ettiği kamusal sorumluluğa verilen cevaplardan biri. Asker kaçağı olmanın erkek olmak, erkeksi olmak, olmamak, olamamak, ve eksik-erkek olmak ile yapabileceği çağrışımları düşünmek bile, orduya girip orada bedenini disipline ederek fiziksel yaralanmaya açık tutmanın, hakim erkeksiliği tahkim etmedeki hatta tanımlamadaki rolünü daha kolay anlamamıza yardımcı olur.
Türkiye'de adam olmayı kabaca sünnet olmak-askere gitmek-evlenmek diye tanımlarsak, heteroseksüel bir erkek için hangisinden kaçışın en mümkün ve en cazip olduğu ancak yine de kaçmanın da son derece ciddi caydırıcı sonuçları olduğu daha kolay kavranır.
Emma Sinclair-Webb'e göre, 1927'den beri her erkek Türk vatandaşı için zorunlu olan askerlikten kaçmanın cezai sonuçları yanında, işe girememek, evlenememek ve vize sahibi olsa da yurtdışına çıkamamak gibi yaşamları kesintiye uğratacak direk sonuçları var. (2)
Resmi rakamlarla 1998 sonunda askere gitmesi gerekirken gitmemiş olan yaklaşık 250 bin erkek vardı. Buna "ordu adam eder" gibi yaygın anlayışlar, Türklerin en çok güvendiği kurum ordudur anketleri, ve oğullarını 1980'lerden sonra terörle mücadeleye -yani belki de ölmeye, gönderirken gittikçe kalabalıklaşan ve coşkusu artan uğurlama törenleri düzenleyen ailelerin yükledikleri anlamlar açısından bakarsak askere gitmenin ve gitmemenin nasıl çerçeveleneceği ile ilgili daha açık bir kavrayışa ulaşabiliriz.
Sinclair-Webb'in de işaret ettiği gibi Türk ordusunun asker olmanın evrensel militaristik çağrışımları yanında inşa ettiği ve dolaşıma soktuğu belli bazı erkeksilikler var. Bunun temelini Mehmet Ali Birand'ın orduya içeriden bakmaya çalıştığı kitabının bir bölümünün adı özetliyor: "Sen subaysın, yani farklısın, üstünsün, şovalye ruhlu insansın" (3)
Asker, asker olmayandan üstündür, onun gibi bozulma emareleri göstermesi beklenemez ve gerektiğinde ona doğruları göstermekle de görevlidir. Bunun ardından hem Birand'ın hem de Sinclair-Webb'in vurguladığı Atatürk ideali geliyor.
Sonuncusu da çoğunlukla ilk defa medeniyetle karşılaşan, günlük 3500 kalori ile ilk defa beslenen ve ilk defa sağlık taramasından geçirilen genç Türk erkeklerinin sosyalleşmeden geçmiş kimlikleri var; daha disiplinli, daha aydın ve daha Atatürkçü olması beklenen.
Erkeksiliğin temel tanımlayıcılarından olsa da ordu, kadınların olmadığı bir dünyada özel alanın mahremiyetini sadece erkeklere mahsus biçimde yeniden kuruyor.
Kişi, kendi erkek kimliğini bu tümüyle erkeklerden oluşan dünyaya geliştirdiği duygusal aidiyet biçimleriyle yeniden tanımlıyor. Toplumsal cinsiyete dayalı kimlik, bu süreçte diğerlerini bastırarak bir cemaat bilinci yaratıyor. Bu görsel olarak da böyle; genç erkek bedeninin üniformalı veya üniformasız güzelliği, zindeliği ve üstünlüğü sürekli tekrarlanarak erlerin üyesi oldukları bu önemli, şerefli, güzel ve estetik gruba ataçlanmaları sağlanıyor. Bunun yollarının biri de narsizmi teşvik etmek.
Asker en başta kendi bedeninin, genelde de üyesi bulunduğu grubun hayranlığına kendini kaptırarak buradan cesaret ve özgüven üretiyor. Bunun izlerini, Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı'nda baş karakter Behiye'nin ağabeyi eski komando Tufan'ın, askerden artık dönmüş olmasına rağmen yüklü olduğu narsizmin, militarizmin, ve milliyetçiliğin tesiri ile gerekli veya gereksiz durumlarda kendinde bulduğu "müdahele hakkı"nda görmek de mümkün. (4)
Anthea Callen'ın da işaret ettiği gibi, toplumsal cinsiyetin inşası ciddi oranda görsel boyutu da içeriyor, hangi bedenlerin görülebileceği, bedenlerden hangi anlamların üretilebileceği, ve bunların kimler tarafından tüketilebileceği güç ilişkileri çerçevesinde belirlenir. (5)
Ordu, burada erkek bedeni ve erkeksiliğin anlamlarını aktif olarak şekillendirmekte ve gerekli bulduklarını basına vererek neyin öğrenileceği hakkında karar sahibi olmakta.
David Morgan'a göre, Körfez Savaşı dahil (ki biz buna son savaşı da ekleyebiliriz) son yüz yılın savaşlarında sıradan erlerin evlerine ve sevdiklerine vedası karşılaşılması en kolay manzara idi. (6)
Biz şimdi bunu oğullarını hava üstlerinde ve limanlarda uğurlarken duygu sağanağı yaşayan aileleri televizyondan izleyerek tecrübe ediyoruz. Buralarda, korunanlarla koruyucular, kamusal olan ile mahrem olan ve erkeksi ile kadınsı birbirlerinden keskin şekilde ayrılıyor. Ordunun yapısının değişmesi, yani eskisinden daha çok kadın ve eşcinselin kurumun içine girmesi çok önemli. Burada benim için esas soru, gerekli fiziksel/ruhsal eğitimi geçip geçemeyecekleri ya da erkeklerin bunlardan emir alıp almayacağı değil, hava üstlerinde ve limanlarda ağlayarak geride kalanlar arasında heteroseksüel erkekler ve eşcinseller de kadınlar oranında yer tutarsa, bu ordunun cinsiyetlendirilmiş ve cinsiyetlendirici anlamlarında ne gibi oynamalara yol açabilir? Son Irak savaşında cephede kadın batılı askerlerin varlığından herkes haberdardı, öyle ki az sayıdaki esir grubu içinde de kadınlar vardı, ama arkada neyi bıraktıklarını, bunların kendileri için ne anlama geldiğini, toplumun gözünde bırakan ve bırakılanın böyle yer değiştirmesinin neleri temsil edebileceğini yeteri kadar konuşmadık bence.
Sömürgecilik
Ben son Irak müdahalesini yepyeni bir çağın radikal başlangıcı olarak görmekten ziyade sömürgeci niyetlerin ve taktiklerin bir devamı olarak algılıyorum. Bu anlamda Amerikalı asker-Iraklı asker karşılaşması da aklıma sömürgeci temasları getiriyor.
Milli kimliklere toplumsal cinsiyet lensini taktığımızda karşılaştığımız, feminist düşüncenin bugüne kadar tüm incelikleriyle ortaya koyduğu gibi milli kadınlıkların ve kadınsılıkların nasıl oluşturulduğu ile sınırlı.
Toplumsal cinsiyetle ilintili pek çok alanda olduğu gibi erkeksilik ve toplumsal erkeklikler sömürgecilik ve bağımsızlık incelemelerinin büyük oranda dışında kaldılar. Doksanlardan sonra ortaya çıkmaya başlayan erkek çalışmaları alanı bize diğer disiplinlerde olduğu gibi erkeksiliğin tarihinde de önemli yeni kapılar açıyor. Sömürgeleştirme sürecini ya da Batılı ile Batılı-olmayanın karşılaşmasını, erkeksiliklerin bir karşılaşması olarak tahayyül etmek, buradan da sömürgeci erkeksilik, sömürge erkeksiliği ve sömürgeci eşcinselliği gibi yeni tanımlara varmak mümkün olabilir.
Robert Aldrich'in çalışmasından hareketle varılabilecek bazı temel yargılar var. (7)
Sömürgeci karşılaşmaların erkekler arası bir cinsel belirsizliğe, belli erkekler için hissi ve fiziksel birliktelik imkanlarına, erkek güzelliğine övgüden tecavüze uzanabilen bir ilişkisellikler bütününe, en azından homososyal bir yapıya işaret ettiği söylenebilir. Buna "uzaklarda" olmanın kuvvetli cismani ve metaforik etkileri de eklenmelidir.
Bu anlamda evinden, kendini ait hissettiği coğrafyadan ve yaşam biçiminden uzaklaşmanın hem hakikat hem de metafor olarak yol açabileceği yolculukların; beğenileri, tanınma biçimlerini, yargıları ve belki de en önemlisi kendine temsil olanaklarını değiştirmesi muhtemel.
Thomas Mann'ın Venedik'te Ölüm'de ustalıkla anlattığı gibi uzakta olmanın değer ve aidiyet sistemini radikalce değiştirerek bambaşka bir insan yaratması ihtimalinden bile söz edilebilir. (8)
Her örnekte böyle tecrübe edilmese de, sömürgeci yayılmanın ve faaliyetlerin ezici oranda erkeklerin elinde ve erkekler arası olduğunu kabul etmek en azından erkekler arası bağlar, erkek birliktelikleri ve erkeksi değerlerin kutsanması ve yeniden üretilmesini akıllarımıza getirebilir.
Hükümetlerin sömürgelere giden adamları bunun için teşvik ettiğini, cesaretlendirici ve kahramanlaştırıcı anlatılar ürettiğini, din ve milliyetçilik ile kutsallaştırdığını ve aç kamuoyunun onlardan gelen haberleri nasıl iştahla satın aldığını düşünmek, erkekler için işleyen bu sistemin bugün bambaşka isimler ve benzetmeler altında ne kadar benzer biçimde sürdürüldüğünü de ele verebilir.
Mrinalini Sinha bizlere sömürge bağlamında erkeksiliklerin karşılaşmasının, kendi içinde homojen gruplar arasında işleyen tek güç ilişkisi olmadığını hatırlattıktan sonra bu karşılaşmayı anlık değil bir süreç olarak algıladığını, tarafların bu arada sürekli yeniden tanımlandıklarını vurguluyor. (9)
Sinha'ya göre, İngiltere'nin 19. yüzyıl sonunda Hindistan'da geliştirdiği erkeksilik uygulamaları hem imparatorluğun içinde hem de sömürgedeki güç ilişkileri ve yönetebilme kapasitesiyle yakından ilişkili. Yani kendi içinde iktidar kavgası yaşayan ve sömürgesini yönetmekte zorluklarla karşılan İngiliz emperyalizmi başka bazı tekniklerin yanında erkeksiliği de kullanıyor. Mesela, sömürge olmaya itiraz etmeyen eğitimsiz Bengallilerle işbirliğine gidip, onların "doğal" ve "bozulmamış" erkeksiliklerine övgüler düzerken, bağımsızlık isteyen eğitimli genç kesime karşı bir mücadele başlatarak onları efemine ilan ediyor.
Bu manzaranın bana bugünkü Irak'ı çağrıştırdığını gizlemeyeceğim. Orada neler olduğunu bilemesek de, böyle stratejilerin orada çalışıp çalışmadığını düşünmek, destekçi grupların ırk ve etnisite üzerinden tanımlanan ayrılığının nasıl övgülere mazhar olduğunu hatırlamak bence bizleri şaşırtıcı sonuçlara ulaştırabilir.
Ben bundan da önce her türlü beden teknolojisine hakim, süper yapılı, süper donanımlı, muntazam hareket eden, ileri ve uygar Amerikan askerleri ile, bıyıklı, göbekli, eski Rus silahlarını sallayan ve dağınık biçimde slogan atan Irak askerinin karşılaşmasının, bu karşılaşmanın hem bu iki taraf, hem de -belki daha önemlisi, bu karşılaşmayı neredeyse naklen izleyen Amerikan toplumunun, bizimki gibi toplumların ve belki bu oranda izleyemese bile efsanesinin işitildiği toplumların, bu erkeksilik karşılaşmalarını nasıl yorumladıklarını, ve bunun erkeksilikler üzerindeki olası etkilerini de merak ediyorum.
Bitirirken
Connell dikkatimizi erkeksiliklerin alternatif hayat şekilleri olarak yan yana durmadıklarını, birbirleriyle hiyerarşi ve dışlamaya dayalı bir ilişki içinde olduklarını vurgulayarak genelde bir toplumda veya kurumda hakim bir erkeksilik biçiminin var olduğunu belirtiyor.(10)
Bu hegemonik erkeksilik biçimi, orada çalışan cinsiyet sisteminin de temelini oluşturuyor. Yazara göre, genelde toplumlarda bunu biçimlendiren orduydu, ancak iletişimin hızlanması, farklı uluslararası erkeksilik modalitelerine erişimin artması, orduların da küçülmesi ve profesyonelleşmesi ve toplumsal hayal gücündeki temsillerinin azalması, en önemli akım belirleyici olarak sporu ordunun önüne çıkaracak.
Ben de Türkiye'de erkek olmanın temel biçimini hala ordu kaynaklı pratik ve söylemlerle aldığına inanarak, son savaşın erkeksilikler karşılaşması olarak ne anlama gelebileceği üzerine düşündüm.
Genç erkekler arasında yaralanmanın en büyük sebebinin hala dolaylı veya direk şiddet olduğunu düşünürsek, bunu destekleyen bir erkeksiliğin eski kullanışlılığa sahip olmadığını, yani bir biçimde değişeceğini söylemek kehanet sayılmasa gerek. Bu noktada tartışılması gereken bir diğer nokta da, spesifik olarak hangi erkeksi ideallerin ve rollerin bir barış kültürü yaratmada uyumlu, aktif ve işlevsel olacağını düşünmek olsa gerek. (CÖ/BB)
(1) Joanna Bourke (1996) Dismembering the Male: Men's Bodies, Britain, and the Great War, Chicago: The University of Chicago Press.
(2) Emma Siclair-Webb (2000) "'Our Bülent is Now a Commando': Military Service and Manhood in Turkey" in Imagines Masculinities: Male Identity and Culture in the Modern Middle East, edited by Emma Sinlair-Webb, Londra: Saqi.
(3) Mehmet Ali Birand (1986) Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet.
(4) Perihan Mağden (2002) İki Genç Kızın Romanı, İstanbul: Everest.
(5) Anthea Callen (2001) "Ideal Masculinities: An Anatomy of Power" in The Visual Culture Reader, edited by Nicholas Mirzoeff, New York: Routledge.
(6) David H. J. Morgan (1994) "Theater of War: Combat, the Military, and Masculinities" in Theorizing Masculinities, edited by Harry Brod and Michael Kaufman, Thousand Oaks and London: Sage.
(7) Robert Aldrich (2003) Colonial Homosexuality, New York: Routledge.
(8) Thomas Mann (1995[1912]) "Death in Venice", in The Penguin Book of International Gay Writing, edited by Mark Mitchell, London: Penguin.
(9) Mrinalini Sinha (1995) Colonial Masculinity: The 'Manly Englishman' and the 'Effeminate Bengali' in the Late Nineteenth Century, Manchester: Manchester University Press.
(10) R. W. Connell (2001) "Masculinities and Men's Health" in Gender in Interaction: Perspectives on Femininity and Masculinity in Ethnography and Discourse, edited by B. Baron and H. Kotthoff, Amsterdam: John Benjamins.
* Cenk Özbay; Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü