“Şimdi Türkiye'nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz. Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız […] Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz." Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar
Bilmem hatırlar mısınız? Koç Grubu TV’lerde “Meslek Lisesi, Memleket Meselesi!” mottolu reklamlar yayınlattırıyordu yakın zamana kadar. Grubun ileri gelenleri iş-finans dergilerinde ve gazetelerin ekonomi sayfalarında ülkedeki iyi yetişmiş ara eleman açığı olduğundan dem vuruyorlardı. Ekonomistler de destekliyordu onları. Birkaç gün önce Bakan Bayraktar da (böylesine iyi yapılandırılmış olmasa da, kendi dili yettiği kadarıyla) benzer bir çıkışta bulundu. Nedir bu “ara eleman” mevzuu peki? Nasıl oluyor da görünüşte iki zıt taraf olarak gözüken kişi ve kurumlar böylesine benzer açıklamalar yapabiliyorlar?
Uluslararası İktisat’taki Heckscher-Ohlin Kuramı’na göre, her ülkenin üretim faktörleri ve bu faktörlerin yoğunluğu birbirinden farklıdır ve bir ülke belli bir faktörde daha zenginse o faktörün yoğun kullanıldığı malları daha ucuza üretir ve onu ihraç etmesi herkesin yararınadır. Yani ülkeler her şeyi üretmektense sadece “bağzı” şeyleri üretirler ve sonuçta tüm maliyetler düşer, herkes kazanır. Örneğin bazı ülkelerin bilişsel sermayesi fazladır, yüksek teknolojili mallar üretirler. Kimi de tarım cennetidir ve üretimi o alana kaydırır. Sonra da biri ötekine iPad satar, o da ona domates yollar. Dolayısıyla içinde bulunduğu ekonomik gelişme seviyesi, emek gücünün niteliği ve verimlilik katsayısı göz önüne alındığında, Türkiye’nin üzerine düşen; yüksek teknolojiye dayanan bir üretimden ziyade daha çok montaj sanayi, düşük teknolojili mal üretimi, vb. alanlarda üretim yapmak olacaktır. Peki neden? Biz icat yapamaz mıyız? Bizim “hamurumuzda” mı yok bu tip şeyler? Böyle bir çıkarım, kuramı eksik okumak anlamına gelir. Burada önemli olan nokta, herhangi bir inanç kültürü veya biyolojik kalıtım sebebiyle ülkemizdeki emek-gücünün niteliksiz olması değil, fazlasıyla gelişmiş ülkelerin ileri teknoloji ve bilgi üretimi alanlarını domine ediyor olmaları ve bu alanda onlarla rekabete kalkışmanın bizim için rasyonel bir tercih olmayacağıdır. Yani bir anlamda bu bizim ekonomik kaderimizdir.
Bu perspektiften baktığımızda, bakan Bayraktar’ın açıklamalarının bir cahillik, oryantalizm ya da komplo teorileri ekseninden okumanın sermayenin işleyişi, tarihselliği ve mekansallığı hakkında çok şey bilmemekten kaynaklandığına inanıyorum. Söyledikleri ne yeni şeylerdir, ne de onun veya partisinin muhafazakârlığını yansıtmaktadır. Zira Türkiye yıllardır bu rolü oynamakta ve oynamak istemektedir. O rol de, tıpkı bakanın belirttiği gibi ve Koç grubunun da teşne olduğu ara üretim – montaj rolüdür. Yine reklamlardan gidelim; hatırlarsanız, Arçelik, Vestel gibi markaların “bir dünya markası” olduğunu, “Avrupa’ya televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, vb. ihraç ettiğimizi” öğrenmiştik reklamlardan. Bu, elbette bizim yüksek teknolojili üretim yaptığımızı değil, artık o kadar da yüksek olmayan teknolojilerin üretiminin bize kakalanmış olduğundan başka bir şey göstermiyordu ne yazık ki. Zira bu ürünlerin hiçbiri burada keşfedilmedi ya da geliştirilmedi. Gelişmiş ülkelerin çoğu emek gücünü yenilikçi alanlara, yani bilişim, iletişim, vb. sektörle yöneltirken, daha önceden üretmiş oldukları ancak şu an onlar için bir yük haline gelen eski teknolojileri bizim gibi ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından hafiften “baş vermiş” ülkelere kanalize ediyorlardı, o kadar. Diğer yandan da şu anda üretimini yapmaya yeltendikleri yenilikçi ürünlerin (iPad, iPhone, vb.) fiziksel üretimini de iş gücü bizimkinden daha ucuz olan Uzak Doğu ülkelerine kaydırıyorlardı. Diğer bir deyişle zihinsel üretim orada, fiziksel üretim buralardaydı. Haliyle, bize mucit değil, önceden icadı ve üretim planlaması yapılmış malların üretimine koşabileceğimiz “ara/teknik eleman lazımdı”.
Bakan’ın kurduğu cümlelerde abuk sabuk kavramları seçmesinin ayrıca bir okuması yapılabilir elbette. Ancak dile getirdiği gerçek, AKP’nin ya da önceki hükümetlerin tercihine değil, sermayenin tunç kanunlarına işaret ediyor ve bu çok önemli. Bu zevâtın ağızlarından dökülen cümleler neo-liberalizmin top yekûn bir özneleştirme politikasının yansımasından başka bir şey değil aslında. Burada sadece ekonomik bir faktör değil, aynı zamanda bir öz, bir doğa inşa etme çabası var. Nasıl ki sanayi devrimi sürecinde kadına “yeni işçiler yetiştirme ve mevcut işçinin bakımını sağlama” görevleri atanmışsa, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelere de benzer şekilde kol emeği ya da düşük yoğunluklu zihin emeği sarf etme rolleri düşüyor. Böylece kadının ve Türkiyeli/Çinli işçinin doğası tanımlanıyor ve yeniden üretiliyor.
Sorun aslında ne Türkiye’nin ne de Çin’in sorunu. Neo-liberalizm için bu tanımlamalar verimlilik esasına göre şekillendirilebilecek emek-gücü öbekçikleri yalnızca. Dolayısıyla bize neden ara eleman rolü düştüğünü anlamak için rol dağıtım eyleminin kendisine odaklanmamız gerekiyor. Hamlet’i oynamadığımız için sıkılmayı bırakıp, şu rejisör/yönetmen bozuntusunun kafasının içine bir bakmak gerekiyor yani.
Öncelikle, burada sabit bir rolden bahsetmiyoruz. Sermayenin hareketi, bireyleri devamlı olarak akışına uygun hale getirecek şekilde yeniden kodluyor, özneleştiriyor. Bu özneleştirme her coğrafyada, her cinste ve her iş kolunda aynı şekilde cereyan etmekten ziyade daha mikro-politik düzlemde ilerliyor. Örneğin geç kapitalizm döneminde, üretim hacminin artışına duyulan ihtiyacın sonucunda kadınlar da iş yaşamına yönlendirilmeye başlanmıştı. Kadınların otonom hale gelebilmesi açısından bu güzel bir şey elbette… Ancak sorun şurada ki, kadınlardan mevcut annelik/ev kadınlığı rollerini de üstlenmeleri beklenmişti ve hala da bekleniyor. Çoğu zaman sevimli ve hatta yüce bulduğumuz “cefâkar Anne” imajı da bu özneleştirmenin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında “bilişsel kapitalizm” de denen bu süreçte gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki işçi doğası da benzer bir özneleştirmeye tâbi tutuluyor. Emek-sermaye çelişkisi soyutlamasının bambaşka yönlerini keşfediyoruz her geçen gün.
Kapitalist sınıf kendini “saf irade” konumuna yükseltip yönetimi de emeğe delege ettiğinden beri, yeteneklerini sınırsızca geliştirmek durumunda kalan bir işçi sınıfı ortaya çıktı. Post-Fordist dönemde üretim artarken talebin kısıtlı kalmasına bağlı olarak şirketlerin pazarlama, iletişim, bilişim, reklam, vb. bölümleri daha aktif roller oynamaya başladı. Bu da emeğin teknik bileşimini değiştirdi ve bugün Lazzarato, Virno, Vercellone, Negri gibi Otonomist düşünürlerin ifade ettiği üzere, “gayri-maddi” bir emek türüne şahit olmaya başladık. Artık işçiden “makinenin bir parçası” olması değil, sermayenin ruhunu ve özelliklerini içselleştirerek karar almaları, etkileşmeleri, duygusal üretim de yapmaları beklenmeye başlandı. Zira artık bir malı üretmekten çok daha önemli olan şey ilgili talebi yaratmak, bir hizmeti satmak içinse önceden ilişkiler kurmak. Bunları yapan da işçi sınıfından başkası değil elbette. Bu noktada çekiç kullanan değil, sembolleri ve duyuları işleyerek üretim yapmaya başlayan bir işçi sınıfından söz ediyoruz. Bu üretim emeğin niteliğini de dönüştürmeye başladı zira sınıf, artık fiziksel gücünü korumanın ötesine geçip zihinsel-duygusal yeteneklerini de geliştirmek zorunda kaldı. Artık makinede bir parçadan ziyade makinenin kendisi olmalıydı. Negri ve Hardt gibi yazarların “Bio-politik üretim” dedikleri şey de buna tekâbül ediyor. Böyle bir üretim biçiminin zorunlu sonuçlarından biri ve belki de ilki etkileşimdir. Elinizdeki yiyecekler onları bölüşmediğinizde sizi daha çok besler ancak kitle zekâsı, kültür ve iletişim, tanım gereği paylaşıma ve etkileşime dayalıdır. Bu da emekçiler arasında yepyeni bir ilişkisellik anlamına gelmektedir – sınırları ve aidiyetleri aşan bir ilişkisellik. Ortaya çıkan bu kolektifliğin sanayi devrimindeki kolektif üretimden farkı da bu yeni ilişkiselliktir. Önceden kitleye aşkın olan bir zekâdan gelen direktifler karşısında pasif kalan işçilerin yerini, kısaca, üretim sürecini kendisi örgütleyen işçiler almıştır.
Elbette yeni işçi sınıfı diye kastedilen bu grup sayıca hâlâ aktif emekçilerin küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Özellikle bizim gibi ya da kalkınma düzeyi daha geride olan ülkelerde klasik anlamdaki emekçiler, toplam emekçiler içerisinde hala sayısal olarak en büyük kesimdir. Ancak yeni emekçi sınıfı dediğimiz ve ellerinden ziyade sembollerle üretim yapan kesim ile bu geniş emekçi sınıf arasındaki niteliksel fark git gide kapanmaktadır. Diğer bir deyişle, nitelikli işgücü gerektiren işlerin sayısı az iken, bu işlerde istihdam edilebilcek “rezerv ordusunun” sayısı artmaktadır. Bunda şaşılacak bir şey yok: nitelikli emeğin ucuz kalmasının yegâne koşulu onun arzını arttırmak olacaktır. KPSS’de hademe ya da depocu olabilmek için 90 puan gerekiyor olması, dil bilmeyenlerin tezgahtar dahi olamaması gerçeği bunu destekler niteliktedir. Bakanın dediği gibi, her türlü emekçiden artık “üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olmaları” bekleniyor. Bu süreç, elbette işçilere gitgide daha büyük özgürlük alanları açıyor, şüphesiz.
Ancak hem genel olarak sermayeyi, hem de Bakanı ilgilendiren büyük bir sorun var ortada, o da üretim süreci üzerinde tamamen hâkimiyet kazanan işçi sınıfı ile onu sömürmeye devam eden sermaye iradesi ile arasındaki yıkıcı çelişki. Bu çelişkinin iki yönü var. İlki, genel olarak emek-sermaye ilişkisine dair. Dünya ile ve genel zekâ ile böylesine ilişkilenebilen ve emek yeterliliği anlamında bu derece otonom hale gelen işçiler nasıl olacak da kendi iradesini geliştirmekten alıkonulup kendini sermayenin iradesine teslim etmeye devam etmeye ikna edilebilecek? Artık tam anlamıyla her şeyi üretenleri, zenginlikten böylesine düşük pay almaya kim razı edecek?
İkinci sorun ise özelde kendine daha düşük yoğunluklu işler atanan ülkelerdeki emekçilerin özneleştirilmesiyle ilgili. Zira bir yandan verimlilik için refah devleti anlayışından uzaklaştırılan, bireyleştirilen, aidiyetsizleştirilen, diğer yandan da nitelikli rezerv ordusu yaratmak için genel eğitim seviyesi yükselmiş, sosyal ağlar ile birbirine bağlanan, birbirini geliştiren, birlikte iş yapan ve öğrenen bir işçi sınıfından bahsediyoruz. Farksızlaşan insanları tabakalandırıp “sen ara eleman olarak çalışırken sen de icat yapacaksın” diye buyurmak o kadar kolay değil. Kısacası, sermaye fiilen devletsiz ve cemaatsiz bir dünyada yaşamak istiyor ancak aidiyet duygusunu zayıflattığı için bölgesel faktör dağılımına ve iş bölümüne gitmekte sıkıntı yaşıyor. “Arayı” çoktan kapatmış bir gençlik “arada kalmaya” ikna edilemiyor.
Sermaye günümüzde bunun çözümünü de yeni baskıcılık rejimlerinde buluyor. Türkiye bu açıdan mükemmel bir örnek zira bu topraklarda neo-liberalizm ile neo-muhafazakârlık el ele, kucak kucağa gidebilme potansiyeline sahip. Böylece sermaye bir yandan kitleleri sınırsız bio-politik üretime katarken, diğer yandan da kendi ihtiyacına uygun yeni sınırlar (Türkiye – ara eleman ülkesi) yaratabileceğine inanıyor. Engel gördüğü andan itibaren de neo-muhafazakâr yüzünü göstermeye başlıyor. Sermaye dün Koç Grubu’nun, bugün bakanın ağzından hepimize ara eleman olmamız konusunda gaz vermeye çalışıyor. Kurulumu gereği bunu kabul edemeyecek olanları ise “gaza boğuyor”. Başlangıçta her şeyin bir gaz ve toz bulutu olduğunu biliyorduk ancak görüyoruz ki hâlâ öyle… Burada hangi gazı seçeceğimiz kadar herhangi bir seçim yapmama gibi bir hakkımız da olduğunu öğrenmeye başlıyoruz yavaş yavaş. Gezi Direnişi’nin de gösterdiği üzere artık kimse kendisi dışında hiçbir projenin, iradenin parçası olmak istemiyor, çünkü öteki olanı “öteki” olarak görmemeye başlıyor artık.
Dolayısıyla neo-liberalizme hizmet eden neo-muhafazakârlığın “milliyetçilik” söylemi sadece zararlı değil, aynı zamanda da tam da yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı bir hayal. Neo-liberalizmin yarattığı yeni emekçi tipi her geçen gün daha fazla beynelmilel bir nitelik kazanırken bu insanlara refah devleti sağlamadan “milletler arası yarışı” anlatmaya çalışmak, en hafif tabirle safdillik oluyor. Gezi’nin bize öğrettiği şeylerden biri de dünya vatandaşlığı pratiğinin “mümkün” olabileceğiydi. Bu imkân arada kalmayı değil, tam tersi; “ara”, “baş”, vb. her türlü hiyerarşik yapıyı reddedebilen bir imkân. Bu yönüyle hem Bakan Bayraktar’ın cemaatini, hem de sermayeyi çok zor günlerin beklediği söylemenin iyimserlikten daha fazla bir şey olduğunu görüyoruz.
Aslında bu gayet normal, zira her şeyi üreten, her şeyi ister. Alır da… (OÇ/HK)