İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan, yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile birlikte tekrar gündeme gelen Gülen Cemaati- Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı arasındaki gerginliği bianet’e yorumladı.
2010’dan bu yana Türkiye’nin sonraki 10-15 yılında kimin iktidar olacağı kavgasının sinyallerini izlediğimizi ifade eden Öztan, AKP’nin otoriterleşmesine ve paranoyalar üzerinden hareket ettiğine dikkat çekerek bu yönetme mantığının ağacı içeriden çürüteceğini düşünüyor ve ekliyor: “Bir nevi Haziran direnişlerinden bu yana ‘bildiğimiz hali’ ile AKP için sonun başlangıcını seyrediyoruz.”
“Cemaat ile AKP arasında sıkışmadığımızı göstermeliyiz”
Dün başlayan yolsuzluk operasyonunda bakan çocuklarından inşaatçılara, belediye başkanına kadar pek çok isim gözaltına alındı. Bugün de İstanbul Emniyeti'nden beş polis görevden alındı. Siyasi olarak bu gelişmeleri nasıl okumalıyız?
Türkiye’de siyaset ve yolsuzluklar arasındaki ilişkinin epey uzun bir tarihi var. Bu çerçevede iki durumla karşı karşıya kalıyoruz. İlki siyasal yapının çok parçalı olduğu dönemlerde, iktidarın paylaşımı esnasında ortaya çıkan ve daha çok kişisel bazda zenginleşme ile sonuçlanan yolsuzluklar.
1990’lar boyunca İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) skandalından “Civangate”e orta sınıfı tedirgin eden ve güvensizlik-geleceksizlik hissini körükleyen yolsuzluklar bu kapsamda düşünülebilir. Sürekli bozulup yeniden kurulan koalisyon hükümetleri döneminde yolsuzluklar ile istikrarsızlık arasında kamuoyunda doğrusal bir ilişki kurulmuştu ki bu sonraları AKP’nin tek başına yükselişini kolaylaştıran etkenler arasında yer aldı.
İkinci durum ekonomik alandaki büyük dönüşüm süreçlerinin, yeni rant alanlarının yaratılması ile siyasal hegemonyanın eş anlı kurulma sürecine işaret eder. Ki biz son on yılda bu ikinci duruma şahitlik ediyoruz.
Ayşe Buğra’nın belirttiği gibi siyasi kimliklerle girişimciliğin, siyasi çıkarlarla ekonomik çıkarların bu denli iç içe geçtiği bir başka döneme şahit olmadık. İstikrar söylemi ile inşaata dayalı ekonomik büyümeyi, siyasal hegemonya tesisi için seferber eden iktidar, zaman içerisinde sadece kişisel zenginleşmelerin ötesinde parti etrafında kümelenenlerle sınırlı zümresel bir refah paylaşım alanı yarattı. Dağıtılacak pasta sürekli çevre ve tarihi alan tahribatları ile büyütüldü. Bu büyüme hem hegemonyayı güçlendirdi hem de iktidar tabanına yakın kesimden muhalif çıkışları önledi.
Ancak burada altının çizilmesi gereken çok önemli bir nokta var. Siyasal iktidar baştan itibaren bir koalisyon üzerinden yükseliyor. Ve bir süredir bu koalisyonda çatlaklar oluştu. Bu çatlağın bir yanında birbirleri ile rekabet eden toplumsal mühendislik projeleri bir diğer yanı ile de ilçelere, mezralara kadar uzanan rant paylaşımı mücadelesi var. Bahsettiğim mücadelenin “reel” kısmında ise sadece “büyük isimler” yok, o nedenle on yılda yeniden biçimlenmiş klientalist ağlar tahminlerimizin ötesinde olabilir.
Bu çerçevede ana bir sorun ile karşı karşıyayız. Türkiye’de rant ekonomisinin ne kadar geniş olduğu, belediyelerde ve bakanlıklarda yüksek akçeli işlerin kitabına uydurulduğu bilgisi, somut belgelerle olmasa da birçoğumuzun malumu. Ancak buna rağmen genel kamuoyunda “iş yapsınlar da küfelerini de doldursunlar” kalıbı, istikrar söyleminin hegemonyasına uygun bir biçimde uzun süre normalleştirilmişti.
Yolsuzluk haberleri de anaakım medyada, medyanın iktidarla kurduğu ilişkiler ağına paralel olarak kendine yer bulamıyordu. Şimdi başlayan operasyonların tümden bir iktidar mücadelesine dönüşmesinde bu uzun süren sessizlik dönemi etkilidir.
Yolsuzluk soruşturmalarında, devlet araçlarını siyasal ikbali için kullanmaya alışkın bir iktidar yine devlet araçları ile köşeye sıkıştırılma durumunda. Hal böyleyken kolluk kuvvetleri ve adli mekanizmalar üzerindeki mücadele bir varlık-yokluk işine dönüştü. Bunu bir kenardan oturup seyretme lüksüne sahip değiliz. Aksine halı altına süpürülenlerin çıkarılması için yoğun bir kamuoyu baskısı yaratmak gerek. Cemaat ile Erdoğan’ın AKP’si arasında sıkışmadığımızı göstermek, siyasal kanalları genişletmekle eştir.
“İktidar kavgasını 2010’dan beri izliyoruz”
Cemaat-AKP arasındaki koalisyon Mavi Marmara, 7 Şubat, dershaneler meselesi, MGK belgeleri ile kopma noktasına gelmişti. Şimdi "Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu" denilen bir süreçle karşı karşıyayız. Mevcut gelişmeler, önümüzde yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler olacağını da düşünürsek Türkiye siyasetini nasıl etkiler?
2010’dan bu yana Türkiye’nin sonraki 10-15 yılında kimin iktidar olacağı kavgasının sinyallerini izliyorduk. Artık bu iktidar savaşının net bir şekilde adliyelerde, medyada, ekonomide saflaşmaları zorladığına tanığız.
Başbakan Erdoğan’ın tüm siyasi gelecek hesapları başkanlık sistemine endeksliydi. Öyle bir başkanlık sistemi ki check and balance mekanizmalarının olmayacağı, Erdoğan’a mutlak iktidar sağlayacak Türkiye’ye özgü bir model. Anayasa tartışmaları ve Kürt sorunun çözümü de büyük ölçüde bu hedefe yönelik bükülmek istendi. Ancak bu projenin gerçekleşemeyeceği Gezi direnişi ile somut bir biçimde ortaya çıktı. İktidar ilk kez bu denli bir “yönetememe” krizi ile yüz yüze geldi. Bunun sonucu olarak kartların yeniden dağıtıldığı bir sürece girdik. Şimdiki mücadele cumhurbaşkanı kim olacak, AKP’nin başına kim geçeceği de doğrudan kapsar biçimde mevcut siyasal hegemonya yeniden nasıl tesis edilir kavgasıdır.
Cemaatin AKP iktidarının koalisyon yapısı içinde bir yeri vardı. Ancak bunu “AKP-C” gibi düşünmek çok indirgemeci olur. Zira AKP’nin hegemonyası altında birleşen çok sayıda cemaat ve dini örgütlenme mevcut. Hatta bir kısmı Menzilciler, Kadiriler gibi AKP’nin bölgesel gücüne destek veren en önemli aktörler. Gülen cemaatinin diğerlerinden farklı olarak gücü kendi uluslararası ağlarından ve kalifiye beşeri kaynaklarından besleniyor. Cemaat ile Erdoğan, Türkiye’nin iki çok önemli meselesinde (Ergenekon davaları ve KCK soruşturmaları) strateji farklılığını zaten ortaya koymuştu. Cemaat Ergenekon ve KCK operasyonlarında iktidardan daha şahin bir siyaset izledi. Hatta çoğu hamlede iktidarı by-pass ettiği dahi söylenebilir.
Bugün Erdoğan kendisine AKP koalisyon içinde ayrıcalıklı olduğunu düşünen bir gücün yön vermesine tahammül edemeyecek kadar sertleşmiş durumda. Nasıl erken cumhuriyet döneminde gün geldi Kadınlar Birliği, Türk Ocakları dahi kapatıldı, çok benzer bir ruh hali içinde iktidar…
“Siyaset sokaktan öğrenecek”
Oylarını her seçimde artıran ve 11 yıldır tek başına iktidar olan AKP bugüne kadar karşılaşmadığı kadar sıkışmış görünüyor. AKP'nin projelerine baktığımızda konulan hedefler 2023'ten 2071'e kadar uzamıştı. İnsanlarda da "AKP dışında iktidar şansı yok" hissiyatı hakim olmaya başlamıştı. Gezi direnişini de düşünürsek bundan sonraki süreçle ilgili öngörüleriniz neler?
Biz Türkiye’de yaşanan tüm gelişmeleri sadece egemenler arası mücadelenin bir sonucu olarak görme eğilimindeyiz. Hâlbuki siyaset sadece “yukarıda” bir yerlerde icra edilen profesyonel bir iş değildir. Gezi direnişi “otantik siyaset”in kanallarını ve gücünü gösterdi. Muktedirin zulmüne karşı direnen ve olumlu manada bir çoğulcu iktidar pratiği kurabilen, bunu bir süre forumlarla sürdüren başka bir beraber karar alma sürecini işaret etti.
Bunun doğrudan oya tahvil edilmesi ya da bir partide cisimleşmesi mümkün değil. Ancak AKP ve parlamento içi muhalefet dışında siyaset yapılabileceğini anlatması açısından büyük bir kırılma noktası.
Türkiye’de güvencesizleşen, yersiz yurtsuzlaştırılanların siyasete dâhil olması ile çok yakında kendini ifade edecek yeni mecralar ortaya çıkacak. Bunun doğrudan “yüksek siyaseti” biçimlemesine gerek yok; dayanışma evlerinde, mahallelerde yeni bir siyasetin imkanı fiilen inşa ediliyor. Bu aşamada siyaset sokaktan öğrenecek ve su akacağı mecrayı bulacak.
“Erdoğan uzlaşmayı taviz sanıyor”
Yaşanan süreçte Başbakan Erdoğan'ın yolsuzluk operasyonuna hiç değinmeden "Türkiye, üzerinde oyun oynanacak bir ülke değildir" diyerek operasyonlara tepki göstermesini, çocukları yolsuzluk nedeniyle gözaltına alınan bakanların koltuklarında oturmaya devam etmesini nasıl değerlendiriyorsun?
Siyasal iktidarların otoriterleşmesi ile komplo teorilerine ve düşmanlaştırma enstrümanlarına başvurusu arasında sıkı bir bağ var. Hem otoriter bir siyasete savrulmuş hem de iktidarının tehdit altında olduğunu hissetmiş bir parti için içeride ve dışarıda düşmanlarla çevrili olduklarını iddia etmeleri sadece patolojik bir ruh haline de karşılık gelmiyor.
Öncelikle Erdoğan kendi geleceği ile partiyi ve tümüyle de Türkiye’nin geleceğini ortak görüyor. AKP’ye getirilen her eleştirinin Türkiye’ye yönelen bir tehdit olarak algılanmasını siyasal hegemonyasını sürdürmek için olmazsa olmaz şeklinde yorumluyor.
Gezi’den sonra yaşananlar ve şimdi de “cemaat” ile yaşananlar ve kan kayıpları sonucunda Erdoğan safları sıkılaştırma eğiliminde. Amacı elde kalan “kaleyi” savunmak ve bu yüzden her türlü uzlaşma çağrısını taviz olarak algılıyor sanırım. Ancak bu siyasetin sonucu tarihsel örneklerden bellidir; bu denli otoriterleşen ve paranoyalar üzerinden hareket eden bir yönetme mantığı, ağacı içeriden çürütür. Bir nevi Haziran direnişlerinden bu yana “bildiğimiz hali” ile AKP için sonun başlangıcını seyrediyoruz. (EKN)