Barış o kadar güzel bir şey ki, bir insanın bunu reddetmesi mümkün değil. Ama bugün en büyük tehlike, çoklarının barışa açık açık düşmanlık etmemesi ve aslında barışa içten, yürekten karşı oldukları halde barışı sever, barıştan yana görünmeleridir.
Niye böyle oluyor? Çünkü çıkarları o doğrultudadır ve o çıkarları doğrultusunda feda etmeyecekleri şey yoktur. Bu aslında toplumun yapısından, sosyal sınıf yapısından kaynaklanıyor. Bugün dünya çapında bakarsanız işin şakaya gelir yanı yok. Finans kapitalizmin egemen olduğu global dünyada tehlike en üst noktaya geldi.
Vaktiyle birinci, ikinci dünya savaşları bunlar zaten dünyayı bölüşme kavgasıydı biliyorsunuz. Einstein'a soruyorlar, "İkinci cihan harbi bir nükleer bombayla noktalandı. Üçüncü cihan harbi neyle yapılacak" diye. Einstein diyor ki, "Valla onu bilmiyorum da dördüncü cihan harbi taşla sopayla olacak."
Şimdi bu ironik söz aslında çok mütevazı bir söz. O gün, bugünkü dünyayı daha tam görmemiş olmaktan geliyor. Çünkü bugün bir dünya savaşı demek yalnız nükleer felaket değil. Kimyasal silahlar var, biyolojik silahlar ve nükleer silahlar var. Ve her taraf her gün didişip duruyor. Güya bazı ülkelere has bırakıyorlar. Hangi ülkeler o? Aslında dünyayı karıştıran, büyük felaketlere sebep olan sınıfların egemen olduğu ülkelerde bu var.
Dünya nereye varacak bunu kestirmek mümkün değil ama şunu düşünmek gerekir. Hamlet'in ünlü tiradı vardır, vaktiyle kendisini büyüten soytarının kafatasını bulmuştur mezarlıkta. "Heyhat zavallı Yorick!" der. Galiba böyle bir dünya savaşından sonra artık ne öyle bir kafatası ne öyle bir Hamlet kalacak. Bütün insanlık yerinden sürülebilir, gidebilir, yok olabilir. Böyle bir tehlikeye maruz bugün bizim dünyamız.
"Savaşı önlememek insana ihanettir"
Onun için tabii ki insanlığın birinci görevi bir dünya savaşını ve o savaşı hazırlayan ufak ufak yerel savaşları önlemenin kavgasını vermektir. Hele bir yazar olarak bir sanatçı olarak insanın bunu kavramamış olması hem kendi açısından bir felakettir hem de dünyaya, insana ihanettir. Bugün bilmemiz gerekiyor ki bu globalist çağda egemenlik tarihin en acımasız, en kan dökücü güçlerinin elinde. Şunu söyleyeyim sadece, ikinci dünya savaşından sonra nükleer savaş tehlikesi başladı. Sosyalist ülkeye, o zamanki Sovyetler Birliği'ne şantaj yapıyorlardı, atarız diye. Sonra silah onların eline geçince denge oluştu. Ama Churchill'in tarihi bir sözü var.
Dedi ki, bir savaş çıkarsa onlar kullanmasa da biz kullanacağız. Bu nasıl psikoloji biliyor musunuz, bizden sonra tufan! "Bizi yok etmeye kalkarsanız dünyayı yok ederiz." Bugün bu en zirve noktada. Onun için hani barış kutsaldır falan, hayır! Var olmak ya da yok olmak. İşte burada. Dünya ille de iyiye mi gider onu bilemeyiz ama iyiye götürmek insanların hâlâ elinde, çözüm hâlâ elinde. Bunu çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Eğer başarısız kalır da o zalim sınıflar, egemen güçler duruma gerçekten egemen olur da istediklerini yaparlarsa yahut da yok edici davranırlarsa yeryüzünden hayat bile kalkabilir. Dünya boşlukta milyonlarca yıldızdan biri, boş kabuk gibi dolaşır durur. Böyle bir tehlike olduğunu zannediyorum ben. Bu, düşündüğün zaman teorik olarak var gibi görünüyor ama gene tabii insan olarak gönlümüz razı değil böyle bir şeye.
"92 yaşındayım hiçbir otoriteden bir şey istemedim"
Bunun birinci yolu ülkelerin kendi içindeki savaşları önlemekten geçer. Bu da gene tehlikeli bir deyim oluyor. Mesela efendim sınıflararası barış diyorlar. Bu sınıflararası barış hikayedir, egemen güçlerin yutturmacasıdır. Sınıflararası barış olsun demek orada geçici, ancak bir sükunet oluşur demektir. Ama bazı çok temel çatışmalar var ki bunlara mutlaka acil, en çabuğundan çözüm bulmak gerekir. Bugün Türkiye öyle bir durumda.
Bugün Kürt sorunu var biliyorsunuz. Kürt sorunu Türkiye'nin temel sorunlarından biridir. Kısaca şunu söyleyeceğim zaten öteden beri bunu tekrar ediyorum. Anayasa babayasa bir sürü bir şey oluyor. Kürt sorunu çözülmeden bizde demokrasi sorunu çözülmez. Yani anayasal sorun çözülmez. Demokrasi sorunu çözülmeden de anayasa çözülmez.
Ben bu konuda biliyorsunuz o gün başbakanın davetine cevap olarak mektup yazdım, anafikir buydu. Ama maalesef en ileri olduğunu iddia eden kişiler bile bunu anlamakta zorluk çektiler. Ve beni bir nevi başbakana yağ çekiyor gibi gerçekten gülünç ve çok aşağılık birtakım yorumlara kalktılar. Ben ne başbakandan ne dünyadaki herhangi bir yüksek otoriteden şahsım için hiçbir şey talep etmem. 92 yaşındayım gene de etmiyorum, etmeyeceğim, etmem.
Ama başbakana diyorum ki, sayın başbakan göreviniz sizin, -bugün otoriteyi madem siz temsil ediyorsunuz- Kürt sorununu çözmektir. Anayasal sorunun temel maddesi bu olmak gerektir. Çocuklarımız öldürülmemelidir, dağdakiler inmelidirler. Türkiye'de halklar içindeki kışkırtılan kavga mutlaka önlenmelidir. Bu olabilir mi? Evet olabilir. İlle komünistlerin, marksistlerin, sosyalistlerin yapması değil mesele. O da yanlış. Sözü şununla bağlayacağım. Fransız Komünist Partisi, Fransa'nın gündeminde ağırlığı olan Cezayir savaşını ve Cezayirlilerin haklı taleplerini iyi karşılamadı, ilgilenmedi bile ve çözüm onlardan gelmedi. Kaldı ki, Paris Komünü'nün ilk yaptığı işlerden biri Cezayir'e bağımsızlık vermek oldu. Ve Osmanlı aydınları mesela Namık Kemal filan bundan büyük bir sevinç duydular, övgü yazıları yazdılar Paris Komünü'ne.
Yani Fransız Komünist Partisi o gün bu işi, o mirası bile benimseyemedi doğru dürüst. Kim çözdü bunu De Gaulle çözdü. Ve o milli kahraman Cezayir'de o halkın çektiğini de biliyordu. Metazori kabul etti, Fransa'nın bu yükten kurtulması lazım dedi. Çünkü Cezayir'de koloniler vardı, en büyük sömürüyü Fransız büyük arazi sahipleri yapıyordu. Kolay mı oldu, hayır. Kelle koltukta dolaştı. Paris'te günlerce büyük önlemler alındı. Çünkü komandolar paraşütlerle atlayıp sarayı basarak De Gaulle'ü öldürecekler diye ciddi bir korku geçirdiler. Ama bunu o çözdü. Ne komünistti ne sosyalistti bu adam. Çünkü bazen toplumların yumurta kapıya dayandı dedikleri bir olay çıkar ortaya. Onu, kim yetkiliyse biz ondan talep ederiz. Gerçek devrimci yol budur.
Başka bir misal daha vereyim. Biliyorsunuz o zamanlar büyük bir nükleer tehlike vardı. Soğuk savaş dönemi Fransa, İngiltere, Amerika başta tabii, NATO tehdit ediyordu Sovyetler'i. Onlarda da vardı füzeler, her şey vardı. Komünist partisi devamında NATO'dan çıkılmasını, askeri kanadın kovulmasını ve Fransa'nın bu yeni barışçı çizgisini savundu. Komünist Partisi yolu açtı, doğruydu. Ama hayata kim geçirdi? De Gaulle'ü Sovyetler, eski bir dostluğa dayanarak davet ettiler Sovyetler Birliği'ne. Götürdüler, orada da füze istasyonunu gezdi. Hep söylüyorlar bu füze falan yeri vuracak, bu füze filan yeri vuracak. Bir ileride duruyorlar, bu ne diyor, efendim diyorlar bu da NATO merkezi. Neresi? Paris. Hiç ses çıkarmıyor. Dönüp geldiği zaman ne yaptı biliyor musunuz? Komünist Partisi'nin aylardır, yıllardır kıyamet kopardığı o haklı davada ağırlığını koydu ve NATO'yu şutladı. NATO merkezini Belçika'ya yolladı, Brüksel'e yolladı. Bunu De Gaulle yaptı. Ama komünistler doğru fikri savundular. Yazık ki Cezayir meselesinde doğru fikri bile savunamamışlardır. Ve De Gaulle kurtardı Fransa'yı bu bataklıktan.
Yumurta kapıya geldi
Şimdi ben bu iktidarın bunu yapacağına inanıyor muyum, hayır. Ya da şöyle söyleyeyim yapabilir de ama yapmasını mutlaka bekleyeceğimiz bir siyasal egemenlik yok ortada. Niye yapabilir diyoruz, çünkü demin de dediğim gibi yumurta kapıya gelmiştir. Bugün TÜSİAD başkanı Ümit Boyner Kürt sorunu çözülmek gerekir diyor. Eskiden bu memlekette Kürt lafı da yasaktı. Bugün demek ki ağırlığını koyuyor. Bu artık devlet sorunu haline gelmiş.
Egemen sınıflar da artık bu işten vazgeçilmesini istiyor. Ama biz bunu istedik, dikkatinizi çekerim biz bunu kimden istedik? Devletin yapma yaptırma gücünü elinde tutan sorumlusundan, başbakandan istedik değil mi, ona diyoruz yap bu görevi. Çünkü bana göre, benim marksist anlayışıma göre bugün Türkiye'de temel sorun budur. Diyalektiğin en önemli halkası dediğimiz moment budur. Kürt sorunu çözülmeden demokrasi sorununu çözemeyiz. Demokrasi sorununu çözemeden, ki bu anayasal bir iştir Kürt sorununu çözemeyiz. Bunu söylüyorum. Peki bu dediğimizi yapmazsa ne olur, biz ne kaybederiz? O kaybeder. O zaman onu destekleyen milyonlarca insana, bakın Türkiye'yi kanlı bir savaştan, bütün kolaylıklar bütün yollar ona gösterildiği halde kurtarmıyor, bu adam bunu yapmıyor deriz. Onu suçlamış oluruz. Sorun budur. Demokrasilerinde siyasal çatışmalar böyle yürütülür. Yoksa illa benim dediğim olacak diye adeta kör inançla yola çıkmanın hiçbir faydası yoktur. Türkiye solu maalesef bu konuda kötü sınav verdi.
Kürt sorununa layıkıyla parmak basan, eski TKP geleneğinin farkında olan kişilerdir. Yeni sol, bugün egemen olan sol tabelaları, ismi, renk ayrılıklarına rağmen görüyoruz ki hepsi Kemalist soldur. Kemalist sol bunu çözemez. Ayrıca yumurta kapıya geldi diye mutlaka çözülür mü? Zaten kaç defa yumurta kapıya gelmiştir, Türkiye o zaman çözemedi ve bu bizim devlet yapımızdan kaynaklanıyordu. Çekilen sancı budur. Evet, yapmayabilir ama o zaman biz onu kitleler karşısında açık seçik göstermiş oluruz, teşhir ederiz onu. Benim sol ve politika anlayışım bu.
Bugün bir nevi, bırakın Kemalist solu ona da razıyız, lümpen sol hakim. Maalesef. Duyduğuma göre, ben bu fikirleri söylemek için belki de Amerika'dan para alıyormuşum gibi kesin yargılara varanlar da olmuş. Ne yapalım, diyorum ya artık buna lumpen sol demek lazım. Maalesef.
Kimileri bana soruyor. Peki siz bu anayasa taslağına evet diyecek misiniz? Aslında ben bunu açıklamak zorunda değilim. Yalnız şunu söyleyeyim. Bu iktidar benim ona önerdiğim ve aslında Türkiye'nin temel sorunu olan bir soruna olumlu bir tavır takındı mı, hayır. Bir; bakın ikincil gibi görünen ama temel konulardan biri diye düşündüğüm işçi örgütlenmeleri konusunda ne getirdi? Yoksa götürdü mü? Soruyu size soruyorum. Ben böyle bir anayasaya evet diyecek kadar safalak bir adam mıyım? Bilmiyorum artık, istediklerim bunlar. Başarılar diliyorum barış yolunda.(EA/EÜ)
* Türkali ile Yasemin Göksu konuştu; söyleşinin çözümünü Emine Algan yaptı.