"Türkiye'nin önündeki alternatifler bir tarafta AB, diğer tarafta da ABD veya Rusya ya da İran vb. değildir" denilen TESEV açıklamasında Türkiye'nin önünde iki adımlı bir süreç olduğu vurgulanıyor:
* Birinci adım, dünyadaki koşulların değişimine uymayı gerektiriyor ve eğer etkili bir ülke olmak istiyorsa, Türkiye dahil hiçbir ülkenin bu noktada alternatifi yok.
* Önümüzdeki sürecin ikinci adımı, zihniyet değişiminin gerçekleşmesinden sonra gündeme gelebilecek olan ve gerçek alternatifler içeren bir çerçeve sunmaktadır.
* Diğer bir deyişle, saydamlığı ve açık toplum olmayı becerebilen bir Türkiye, kendisini AB'ye veya ABD'ye mahkum hissetmekten kurtulacak; sırf alternatif olsun diye gerçekçi olmayan dizaynlar hayal etmeyi bırakacak; ve kendi kaderini ellerine alacaktır.
* Türkiye'nin önündeki alternatifler, coğrafi ya da stratejik değil, zihniyetseldir.
* Türkiye'yi çağdaşlığın içinde tutmak ve geleceğin çağdaşlığını yaratacak dinamiğin parçası haline getirmek. AB üyeliği bu değişimi doğal bir sürece soktuğu için çekici bir alternatif. Ama asıl alternatif AB üyeliğinde değil; AB üyeliğinin gerektirdiği koşullarda.
Açıklamanın tam metni
Son günlerde gündemde olan "Rusya ve Iran ile ilişkiler ve AB'ye alternatif arayışları" üzerine sürmekte olan tartışmalar hakkındaki TESEV açıklamasının tam metni şöyle:
* Değişim hiçbir zaman eşzamanlı gerçekleşmez. Bu tespitin coğrafi bağlamda doğruluğunu, kendi geçmişimizde sancılı bir biçimde yaşadık. Batı'daki büyük değişim dalgasına ayak uyduramamanın sonucunu,toprak kaybıyla ve ekonomik bağımlılıkla ödedik. Cumhuriyet ideali bu değişim sürecine yetişme iradesini, dolayısıyla gerisinde kalınmış olan dünya norm ve standartlarının yeniden yakalanmasını ifade eder.
* Değişim, sadece coğrafi ya da kurumsal açıdan değil, bizzat değişimin içsel dinamiği açısından da eşzamanlılık göstermez. Çünkü değişim daima zihniyette başlar ve zaten bu değişimdir ki, yeni kuralları, normları ve kurumsal yapıları meşru kılar. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti de kendi kurucuları tarafından özellikle ve haklı olarak bir zihniyet değişimi olarak algılanmış ve sunulmuştu. Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadrolar, eğitimi ön plana almışlar, uygarlığın tek ve evrensel olduğu gerçeğine vurgu yapmışlar ve Türkiye'deki zihni yapının dünyaya uyum sağlayacak biçimde değişmesini hedeflemişlerdi.
Bugünden geriye baktığımızda Türkiye Cumhuriyet'nin halen dünyada önemli bir ülke olarak rol oynamasının ardında muhakkak ki, o kadroların dünyayı değerlendirmedeki feraset ve bunu bir zihniyet meselesi olarak tespitlerindeki basiret yatar.
Değişen koşulları doğru kavramak
* Bugün bizlerden beklenen, aynı sağduyuyu göstermekten ibaret; çünkü değişim hiçbir zaman durmadığı gibi, günümüzde hızlanarak sürüyor. Hangi ülke olursa olsun yönetici kadroların artık en hayati işlevi bu değişimi öngörmeye ve mümkünse etkilemeye dayanıyor. Ülkeler, devletler ve toplumlar; kendi kültürel ve kurumsal kimlikleriyle dünya arenasında yer alacaklarsa eğer; dünyanın değişen koşullarını doğru kavramak ve kendi göreli güçlerini bu yeni değişiklikler içinde yeniden oluşturmak zorundalar. Eski koşulların mevcudiyetini varsaymakta ısrar edenlerin veya eski zihniyeti sürdürmekte medet arayanların kaderi ise, tarihte sıkça rastladığımız 'gerileme' süreçlerine yenilerini ekleyecek.
Yaşamakta olduğumuz zihniyet değişiminin temelinde modern dünyanın sıkıntıları ve çözemediği sorunlar bulunuyor. Vatandaşlık ve kimlik sorunları, ortak moral değerler üretmedeki tıkanıklıklar; sonuçta 11 Eylül'e kadar giden eşitsizlik ve adaletsizliklerle sonuçlanmakla kalmamış; dünya sistemi bunları kendi mekanizmaları içinde çözmekte de aciz kalmıştı. Bugün gündemde olan açık toplum, şeffaflık, denetlenebilirlik gibi kriterler; kısacası 21. yüzyıl zihniyetinin ana ilkelerinin ortaya çıkışı; Batı'nın öznel bir tercihi değil, bir zorunluluktu. Çünkü Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Avrupa ve dünyada meydana gelen köklü değişikliklerden sonra, kendi içine kapalı, otarşik ve otoriter devlet yapıları artık toplumların meselelerini çözememekle kalmıyor; onları daha da derinleştiriyordu.
Amaç: Eritmek değil, "daha etkili" kılmak
* Ortak ekonomik menfaatler kavramından doğan Avrupa Birliği'nin gelişmesinin son yıllarda süratlenmesi, dünyadaki bu temel akımlara yanıt oluşturmakta ve bunlara paralel olarak şekillenmekte. Amaç, ülkeleri ve toplumları birbirinin içinde tamamen eritmek ya da ortadan kaldırmak değil; tam aksine onları günümüz dünyasında daha etkili hale getirmek. Bu nedenle AB kendi iradesiyle 19. yüzyıl kalıplarından adım adım uzaklaştı ve 21. yüzyılın gereklerini hayata geçirmenin koşullarını kendisine norm olarak biçti. Saydam ve hesap verebilir bir yönetim, kazai sistemin adil yargı kuralları içinde süratle işlemesi, bütçe disiplini, mali disiplin, ticari anlaşmazlıkların tarafsız yöntemlerle çözülmesi,bağımsız merkez bankası, uluslararası muhasebe standartları,sosyal güvenlik ağı, güçlü bir bankacılık sistemi, sağlıklı makroekonomik yönetim, kısaca hukukun üstünlüğüne dayalı açık toplum kuralları AB'nin kendisine biçtiği bu normun temellerini oluşturdu.
AB Üyeliğini düşünmeyen ülkeler bile...
* Bu süreç kolay ve sancısız olmadı; muhtemelen birçok devlet elindeki otoriter imkanlardan vazgeçmeyi istemedi veya kendisine yediremedi; ama etkili olmak, dünyayı anlamayı ve ona uymayı gerektiriyordu. Bu nedenle AB üyeliğini düşünmeyen diğer Avrupa'lı ülkeler bile aynı demokratik açılımları benimsediler. Bugün AB üyeliği bağlamında bizden önkoşul olarak talep edilenler de aynı açılımlar. Bu koşulları yerine getirdikten itibaren, AB üyesi olup olmamanın da hayati etkisi azalıyor ve toplumun daha kısa vadeli çıkarlarıyla ölçülebilir hale geliyor.
* Türkiye'nin önündeki alternatifler bir tarafta AB, diğer tarafta da ABD veya Rusya ya da İran vb. değildir. Türkiye'nin önünde iki adımlı bir süreç var: Birinci adım dünyadaki koşulların değişimine uymayı gerektiriyor ve eğer etkili bir ülke olmak istiyorsa, Türkiye dahil, hiçbir ülkenin bu noktada alternatifi yok. Türkiye AB üyesi olsa da, olmasa da; olmak istese de, istemese de; insan haklarına, birey merkezli katılımcı demokratik mekanizmalara, işleyen pazar ekonomisi kurallarına dayalı şeffaf ve denetlenebilir bir sisteme doğru evrilmek zorundadır. Aksi halde, kendimize hangi 'alternatifi' yarattığımızı düşünürsek düşünelim; yeni dünya hiyerarşisinin çeperine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke olmakla kalmaz, istikrar, refah ve güvenlik hedefine erişemeyiz. Çünkü geleceğin dünyasında kitlelerce erişilebilir hale gelen sermaye, teknoloji ve iletişim arasındaki etkileşimi yakalayamayan hiç bir devletin, söz konusu toplumun sorunlarını çözme ve onu barış içinde birarada tutma şansı olmayacaktır.
Açık toplum olmayı becerebilen bir Türkiye
* Önümüzdeki sürecin ikinci adımı zihniyet değişiminin gerçekleşmesinden sonra gündeme gelebilecek olan ve gerçek alternatifler içeren bir çerçeve sunmaktadır. Diğer bir deyişle, saydamlığı ve açık toplum olmayı becerebilen bir Türkiye, kendisini AB'ye veya ABD'ye mahküm hissetmekten kurtulacak; sırf alternatif olsun diye gerçekçi olmayan dizaynlar hayal etmeyi bırakacak; ve kendi kaderini ellerine alacaktır. Dünya geçmişte olduğu gibi gelecekte de toplumların önüne sayısız alternatifler çıkaracaktır; yeter ki o alternatifleri kullanmaya yetkin olunsun. Bu ise dünyayı anlamayı, onu değişen zihniyetin içinden kavramayı ve bu zihniyete doğru kendi irademizle yönlenmemizi ifade eder.
* Türkiye'de yaşanmakta olan tartışmalar ve AB karşıtı kampanyalar henüz bu gerçeğin ne devlet ne de kamuoyu nezdinde yeterince algılanmamış olduğunun; Türkiye'nin hala alışageldiği birey merkezli olmayan yönetim biçiminde ve buna paralel olan içe kapalı dünya algılamasında ısrar ettiğinin göstergesidir. Söz konusu bakış dünyanın bize sunduğu işbirliği ve ortak yönlendirme olanaklarının da kaçırılmasına neden olmaktadır. Değişimin içinde yer alıp onu etkilemektense; sanki değişim olmayacakmış ya da olmaması gerekiyormuş gibi seyretmekte, sonra da bunun bizim için yarattığı sorunları bir tehdit olarak algılamaktayız. Sanki bütün dünya sırf bize karşı olmak için birleşmiş ve kasten değişiyormuş gibi...
Türkiye'nin önündeki alternatif "zihinsel"
* Gerçekleri ıskalayan bu bakış, dünya politikasını da hala sırf devletler düzeyinde şekillendirilebilen ve bireyin emellerini gözardı eden bir süreç içinde görmektedir. Bu nedenle AB üyeliğinin koşullarını yerine getirmek klasik hükümetler arası taviz müzakeresi olarak algılanmakta,bu koşulların topluma daha fazla özgürlük, daha fazla saydamlık, daha fazla refah ve daha fazla güvenlik getirme hedefine dönük koşullar olduğu tam anlamıyla değerlendirilememektedir.
* Sonuç olarak, Türkiye'nin önündeki alternatifler, coğrafi ya da stratejik değil, zihniyetseldir. Coğrafi ve stratejik açıdan teknik olarak önümüzde duran birçok seçenek, değişen dünyanın normları dikkate alındığında ancak sanal bir alternatif üretebilirler; çünkü küreselliğe uzanan bu yeni dünyanın sunduklarıyla eşdeğer imkanlar yaratamazlar.
* Çağdaşlığa tam olarak uyum sağlayamadan AB'den uzaklaşmanın ve yeni alternatifler peşinde koşmanın tek anlamı, eski koşulların var olduğunu varsayan bir yanılgının içine tıkanıp kalmış bir Türkiye'dir.
Dünyayı anlamadığımızı ima ediyor
* Uluslararası eğilimleri izleyemediğimiz için AB'yi tehlike olarak algılamak ise, dünyayı anlamadığımızı ima etmenin yanında; var olan zihniyeti, artık geçmişe mal olmuş iktisadi ve siyasi mekanizmaları, yozlaşma üretmeye eğilimli güç ve iktidar ilişkilerini onayladığımız izlenimini beraberinde getirir.
* Cumhuriyeti kuranlar kendi eski ilişki mekanizmalarına, kadim kurumsal yapılara ve her şeyden önce alışagelmiş oldukları zihniyete sarılsalardı, daralıp eriyen bu topraklardan başı dik bir ülke çıkaramazlardı. Onlar tek alternatiflerinin değişen dünyayı anlamak olduğunun bilincindeydiler.Bu nedenle de Türkiye'yi çağdaş dünyanın içinde ve onun normlarını paylaşıp taşıyan bir ülke olarak tanımladılar.
* Bugün bizlerden ve devleti yönetenlerden beklenen sağduyu da budur: Türkiye'yi çağdaşlığın içinde tutmak ve geleceğin çağdaşlığını yaratacak dinamiğin parçası haline getirmek. AB üyeliği bu değişimi doğal bir sürece soktuğu için çekici bir alternatif. Ama asıl alternatif AB üyeliğinde değil; AB üyeliğinin gerektirdiği koşullarda... Çünkü oradaki tutumumuz bizi ya dünya hiyerarşisinde yukarıya çekecek ya da olgunlaşmamış, bunalımlı bir çevre ülke olarak kadim ideolojik sorunlarımızla başbaşa bırakacak. (NU)