Arkadaşlarla en çok iki soruyu karıştırırdık: "kim" ve "ne". O zaman ne yaptığını bilmeyen ezber eğitiminin gereğine inanmış çocuklar olarak bu karıştırmalarla bir süre daha yolumuza devam etmiştik!.. Sonraları üniversitedeki eğitimim sırasında "nelik" sorusu ile tanıştım, bu soru varolanın gerçek anlamda varoluşunun dolayımları ile ve ondan daha öte karakteriyle ilgili yanlarını açığa sermek üzere soruluyordu.
Oysa bugün ne çocukluktan ne de üniversite öğrenciliğimden kalan bir miras olarak göremediğim ve masumiyetine inanmadığım bir gerekçe ile "kim", "ne" ve "nelik" sorularının aslında karıştırılmadığını düşünüyorum!.. Bunu kendimce iki gerekçeye bağlıyorum. Birincisi manipülasyonu artırmak, ikincisi soyutlamanın ve eleştirinin yetersizleştirilmesini sağlamak.
Soruları bugüne getirirsek...
Öncelikle konuyu açıklamak adına bir örnek verelim. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve ona karşı "laiklik yandaşları"nın verdiği tepkiler herkesin malumu. Laiklik yandaşlarının temel argümanı Cumhuriyet kazanımlarını ve özellikle de laikliği korumak adına sivilleri (ve gerekirse başka fiili yandaşları da) yanlarına alarak muhalefeti örgütlemek.
Yani AKP'yi tüm "iktidar olma" gücüne karşı etkisizleştirmek. Peki bunu neden yapıyorlar? Gerçekten sahiplendikleri argüman için mi yoksa devlete karakterini veren hakim anlayışın ve statü sahiplerinin iktidarlarının giderek sarsılmasından mı?
İşte bu noktada "kim" ve "ne" cinsinden sorular önem kazanıyor. Genelde laiklik yandaşları devleti sahiplendiği için derin bir sorgulama içine girmiyor. Doğal olarak "bunlar 'kim' oluyor da hadlerini bilmeden hareket ediyorlar?" sorusunu soruyorlar. Onlar için "ne" yasaklı bir soru, çünkü "ne" diye sorduklarında 12 Eylül'ün ve onun sonrasında devlet eliyle ileri sürülen ve takip edilen tüm projelerin sorgulamasını yapmak zorunda kalacaklar. Hatta 12 Eylül'ün yasallığının ve uygulamalarının bugün AKP'ye nasıl yaradığını görmek, belirlemek durumunda kalacaklar.
"Ilımlı İslam projesi", "sendikasızlaştırma ve toplu pazarlık hakkını gasp etme", "örgütlenme ve ifade özgürlüğü", "özelleştirme", "imam-hatiplerin açılması", "bölge yatılı okullarının dinci ve milliyetçi yapılarla donatılması" v.b. gibi olgu ve olaylar bugünün değil darbecilerin ve onların işbirlikçi sermayesinin arzu ve isteğiyle geliştirilmiş düşünceler değil miydi? O halde şöyle diyebiliriz. Laiklik yandaşlarının özneye yönelen sorusu sadece AKP'yi hedef noktasına getirdiği için ısrarla gündeme getirilmektedir.
"Kim" diye sorarsak...
Oysa kim sorusu sığdır, 12 Eylül yozlaşmasını dimdik ayakta tutmaktadır ve işin açıkçası "laiklik taraftarlarının" bile işine yaramayan bir cevaba yol açar. Her şeyden önce kim diye sormak olguya olan ilgiyi azaltır ve kayırmacayı ya da dedikoduyu güçlendirir. Kim sorusu ancak ne sorusunun algılanması ile derinlik kazanır. Yoksa ciddi bir manipülasyon devletin sorgulanmayan statükocuları için yeniden yaratılmış olur.
Bu durumu kötü bir örnekle açıklayayım. Magazin basınında sürekli şu sorular vardır gündemde: "kim, kiminle, nerde" ya da "kim, kimi, nerde". Bu sorular sorun çözmek için değil, bizatihi mevcut ve olağanlaşmak isteyen özel hayat kirlenmesinin yüzeyselliğini geliştirir.
Elbette sorun sadece laiklik yandaşlarının soru sorması ile ilgili değil. Tam da onlara karşı durmaya çalışan ve güya demokrasiyi sahiplenen AKP için de aynı şekilde formüle edilebilir. Bu da AKP'nin ciddi olarak devletle yüzleşmek istemediğini gösteriyor: "ihanet etmedim ama ayrılmak istiyorum eğer çok üzülmeyeceksin artık ayrılalım!.." türünden bir başka magazinel hava onlarınki de.
"Ne" diye sorarsak...
"Kim" sorusunun yarattığı saflaşmayı ve yarattığı pozisyona örnek vermiş olduk. Şimdi de "ne" sorusu açısından bakalım aynı örneğe.
Bazı yazılı ve görsel organlarda çıkan yazılar ve haberler tam da "ne" ve "nelik" çerçevesinden karşımıza çıkıyor. Yani bu olup biten hengameler aslında sosyolojik ve tarihsel olarak devletin yeniden düzenlenmesi bağlamında ele alınmalıdır deniyor. AKP'nin gerilimden kaçmak adına çok fazla sahiplenmese de temsil ettiği kitlelerin pozisyonu bu çevrelerde sosyolojik, tarihsel tespitlerle açıklanıyor.
Bu durum bir açıdan şimdiye kadar devletin statükosunun dışında varolmuş, kendini bir şekilde merkezi hiyerarşinin mağduru ya da kapıkulu olarak görenlerin yürüyüşü olarak değerlendiriliyor. Bir başka açıdan devletin kendini dönüştürme konusunda zorlandığına dikkat çekerek, kabuk değişimi mevsiminin geldiği şeklinde yorumlanıyor.
İşte bu tespitler, "çevre merkeze yürümektedir" analizinin "ne oluyor?" sorusuna verdiği cevaptan başlayarak kitlelerin kamusal alanda temsil sorununa müdahil olmaya başladıkları noktasına kadar ilerliyor. "Ne" ve nelik sorusunun karşımıza çıkardığı cevaplardan görünen o ki ne "laiklik yandaşları"nın ne de AKP'nin tutumu sorunun kaynağı değil. Aksine mevcut sorunların akut ve kronik karakterinin artık somutlaşması ve sürdürülemez bir sona varması bu işin en tabi gerekçesi.
İşte bu kez de kim sorusunu sormamaktan kaynaklı olarak, bir başka tehlike ortaya çıkıyor, o da eleştirinin yıkıcı yanın gözardı edilmesi oluyor. Bütün belirlemeler (velev ki doğru olsu) kendiliğindenlik içine sıkıştırılmış ve çözüm önerilerini mevcut kamusallığın yeniden restorasyonuna dayandırmış oluyor. Hiç bir şekilde araçların ya da kamusallığın dönüşümü düşünülmemiş oluyor.
Asıl sorular
Şimdi tam da burada eğer ihtiyacımız olan soruları birlikte sormayı başaramazsak pratik alandan ya da teorik alandan birine sıkıştırılmış olacağımız kanaatine ulaşıyoruz. Yani mevcut gerilimin tarafları "ne" sorusuna ihtiyaç duyarken, bu gerilimi analiz etmekten öteye gidemeyenlerin de "kim" sorusuna ihtiyacı var. Tabi bu iradeye sahiplerse!..
Ama asıl ihtiyaç olup bitene izleyici kalmaktan bile geri olan ezilenlerin sözcüsü sol siyasettir. Peki onlar nasıl etkin olabilecek? Bence bu siyasetlerin yapması gereken "kim" ve "ne" sorularının diyalektik iç içe geçirilmesini sağlamaktır. Çünkü her konumlanma noktası farklı bir şekilde cevap üretmemize ve her farklı soyutluk düzeyi de ilişkilerin farklı bağlamlara oturtulmasına yol açar.
Dolayısıyla özne-nesne diyalektiği konumların mutlak oluşlarına dair düşünceleri eleştirinin cenderesinde ezerek özümser, sentezler, aşar. Oysa bugün ana akım medya ve gerilimin taraftarları gerçekle yüzleşmemek için yani manipülasyonu artırmak ve eleştirilerin etkisini azaltmak için, diğer açıdan da sol-liberal medya ve partiler de örgütlenmenin fiili olarak güçlendirilmesinin aktif olanağını yaratmamaktan için spekülatif düzlemde kalıyorlar.
Hegel'in dediği gibi düşünmek "tek bir fiile bağlanmak" olduğunda sorun başlıyor. Bunu Marx ve ideoloji bağlamında kısaca ifade etmek mümkün. Marx ideolojiyi ele alırken doğrudan mutlak bir tanımla o olguyu kuşatmayı düşünmez. Aksine farklı bağlamlarda farklı düzeylerde temel olarak başka bakış açılarını ele verecek şekilde ideolojiye yaklaşır. Örneğin ideolojiyi tam da Hegel'in düşünme konusunda söylediği gibi düşünmeye başladığı her noktada olumsuzlar ama ideolojiyi toptan şekilde olumsuzlamaz.
Bu ona hem siyasal olarak hem de tarihsel olanakların kullanımı açısından praksis felsefesi bağlamında hem manipülasyon karşıtlığı hem de soyutlama ve eleştiri gücü kazandırır. Oysa bugün karşımızda duran sorunların çözümü açısından sorgulamaların anlamlı olabilmesi ve hayat bulabilmesi eş zamanlı olarak soruların/sorgulamaların yapılabilmesi gereklidir. Belki gerilimin taraftarlarınca yapılamaz ama sol siyaset tarafından spekülatif kavramlardan ve tartışmalardan uzaklaşmadan düşüncenin somutlaştırılmasının hedeflenmesi gerekmektedir.
Bu da sanırım kim(özne)- ne(nesne) diyalektiğinin canlandırılmasına bağlıdır. Çünkü tek yanlı sorular ya da sorgulamalar ya spekülatif olanı ya da pratik olanın alanında sıkışmaya ve daralmaya yol açıyor. Bu da sol siyasetin yavanlaşmasına ve marjinalleşmesine neden oluyor.(GGT/EÜ)
* Gonca Gül Taşçı, felsefe grubu öğretmeni.