BM İDÇS, nihai olarak, seragazlarının atmosferdeki birikimlerini, insanların iklim sistemi üzerindeki etkilerini en aza indirecek düzeyde tutmayı amaçlamaktadır.
İDÇS bünyesinde üç grup ülke tanımlanmıştır:
Birinci grup (Ek-I), 40 ülke: OECD ülkeleri ile Orta ve Doğu Avrupa'da bulunan eski Doğu Bloku ülkeleri. Serbest piyasa sistemine uyum çabaları sebebiyle bu ülkeler Ekonomileri Geçiş Sürecinde Olan Ülkeler olarak adlandırılmaktadır.
İkinci grup (Ek-II), 23 ülke: Sadece zengin OECD ülkeleri. (Avrupa Birliği, Kuzey Amerika, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda)
Kalan 147 ülke (Ek-I dışı): Dışarıda kalan ve Sözleşme'ye taraf olmayan beş ülke dışındaki bütün Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler.
Ek-I ülkeleri, seragazı salımlarının azaltılması konusunda uygulanacak politikalar ve alacakları önlemler için öncü rol oynamakla; Ek-II ülkeleri, Sözleşme sebebiyle ortaya çıkacak yeni yükümlülüklerin mali kaynaklarını karşılamakla, Ek-I dışı ülkeler ise iklim değişikliği konusunda gelişmiş ülkelerle işbirliği yapmakla yükümlüdür.
1990-2000: Zenginlerde artış, yoksullarda azalma
Sözleşme 1992 yılında oluşturulduğunda, ilk somut adım olarak, Ek-I ülkelerinin seragazı salımlarının ayrı ayrı veya ortak olarak 1990 yılı seviyesine çekilmesi öngörülmüştü.
1990-2000 yılları arasında, OECD ülkelerinde (BM İDÇS EK-II Tarafları) sera gazı salımları 1990 yılına göre yüzde 8 artmıştır.
Ek-I üyesi Doğu Bloku ülkelerinin seragazı salımlarında ise, hesaplamalarda sağlanan esneklikler sebebiyle yüzde 40'a varan azalmalar elde edilmiştir. Aynı yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) seragazı salımları yüzde 14 artmış, Çin'de ise yüzde 5-10 arasında azalma sağlanmıştır.
Sözleşme'nin nihai amacına ulaşmak için ikinci adım olarak 1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokolü, 2008-2012 yılları arasında Ek-I ülkelerinin sera gazı salımlarının 1990 yılı seviyesinin yüzde 5.2 altına çekilmesini öngörmektedir.
İklim değişikliği ve dünya
1900 yılından bu yana küresel ölçekteki toplam sera gazı salımlarının yüzde 80'i OECD ve eski Doğu Bloku ülkelerinden (BM İDÇS EK-I Tarafları) kaynaklanmaktadır.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) bünyesinde yürütülen çalışmalar sonucunda, küresel ortalama yüzey sıcaklığının, 19. yüzyılın sonundan 1995 yılına kadar yaklaşık 0.3-0.6 derece arasında bir artış gösterdiği hesaplanmıştır.
IPCC tarafından 2001 yılında yayınlanan 3. Değerlendirme Raporu'nda, "son 50 yıl içinde gözlenen ısınmanın, büyük ölçüde insan etkinliklerine bağlanabileceğini gösteren yeni ve daha güçlü kanıtlar elde edildiği" kesin bir ifadeyle belirtilmiştir.
Çeşitli senaryolara göre yapılan kestirimler ise, seragazı salımlarındaki artışa paralel olarak 21. yüzyılın sonunda, ortalama olarak 1.4 ile 5.8 derece arasında sıcaklık artışı olacağı öngörülmektedir.
Bu artışlara bağlı olarak; gelecek yüzyıl içinde deniz seviyesinde yükselme, okyanus akıntılarında farklılaşma, aşırı hava olaylarının şiddeti ve sıklığında artış, şiddetli kuraklıklar gibi dünya iklim sisteminde çeşitli etkilenmeler beklenmektedir.
Dünya iklim sisteminde yaşanacak bu değişikliklere bağlı olarak; bazı kentlerin, hatta adaların deniz suları altında kalması, sel ve taşkın gibi doğal afetlerde daha fazla can ve mal kaybı görülmesi, gıda ve enerji üretiminin tehlikeye girmesi, salgın hastalıklarda artış gibi insan toplumlarının sosyo-ekonomik yapısına doğrudan yansımalar yaratacak etkilerin oluşması beklenmektedir.
İklim değişikliği ve Türkiye
Türkiye, BM İDÇS'nin hazırlanması sırasında OECD üyeliği sebebiyle Ek-II ülkeleri arasında yer alarak, ülke gerçekleriyle uyumlu olmayan yükümlülükler almak zorunda bırakılmıştır.
Bu yanlışlığın düzeltilmesi için uzun yıllar boyunca yürütülen müzakereler sonucunda, 2001 yılında, Türkiye'nin adı Ek-II listesinden silinmiş, "özgün koşulları dikkate alınarak" diğer ülkelerden farklı bir konumda Ek-I listesinde yer alması kabul edilmiştir.,
2001 yılında uluslararası düzeyde alınan bu karar, ancak 2 yıl sonra, 21 Ekim 2003 tarih ve 25266 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 4990 sayılı kanunla iç hukukumuza yansıtılabilmiştir.
İklim değişikliği konusunda ulusal ve uluslararası düzeyde yürütülecek çalışmaların eşgüdümü amacıyla, 18 Şubat 2004 tarih ve 2004/13 sayılı Başbakanlık Genelgesi ile İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu oluşturulmuştur.
İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu ve kurul bünyesinde oluşturulan Teknik Çalışma Komisyonları, yapısı ve işleyiş ilkeleri itibarı ile hedeflenen çalışmaları yürütme kapasitesinden yoksundur.
Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) ve bağlı odalar bütün bu süreçlerden dışlanmaktadır.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, başta enerji, sanayi, ulaştırma, atık yönetimi, tarım ve ormancılık olmak üzere hayatımızın her alanını doğrudan ilgilendirmektedir.
Ülkemiz, coğrafi konumu itibarı ile, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin, ekolojik ve sosyo-ekonomik sonuçlarını öncelikli olarak hissedecek ülkeler arasında yer almaktadır. Buna rağmen, bilimsel araştırmalar, siyasi saldırılara maruz kalmakta, bilime ve mühendisliğe verilen değer azalmakta, hatta bu kişi ve kurumlar baskı ve ceza ile karşı karşıya bırakılmaktadırlar.
Yenilenebilir enerji
Ülkemizin yenilenebilir enerji potansiyeli ısrarlı bir şekilde atıl durumda bırakılmakta, bunun yerine ithal yakıtların tüketimi anlamsız bir şekilde teşvik edilerek dışa bağımlılığımız arttırılmaktadır.
AB 2010 yılı itibarı ile elektriğin yüzde 22'sini yenilenebilir enerji kaynaklarından elde etmeyi hedeflemiştir. Almanya'da rüzgar enerjisi kurulu gücü 10 yıl içinde 15.000 MW'a çıkarılmıştır. İzlanda jeotermal enerjide, İspanya güneş enerjisinde, Avusturya, Hindistan ve Brezilya ise biyokütle enerjisinde liderliğe soyunmaktadır.
Ancak ülkemizde rüzgar enerjisi kurulu gücü yıllardır 20 MW seviyesindedir, biyokütle kapsamında sadece "tezek" ele alınmaktadır, mobil santrallar Çevresel Etki Denetleme (ÇED) sürecinin dışına çıkarılarak devreye alınmaktadır, dünyada jeotermal enerji kaynakları açısından 5. sırada olan ülkemizde, konutlarda jeotermal enerjiyle merkezi ısıtma potansiyelimizin ancak yüzde 3'ü değerlendirilebilmektedir.
Türkiye, 2002 Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi'nde oluşturulan Johannesburg Yenilenebilir Enerji Koalisyonu'nun kurucu üyesi olmasına rağmen, iki yıldan bu yana yürütülen hiçbir çalışmaya katılmamaktadır.
1-4 Haziran 2004 tarihlerinde Bonn'da düzenlenecek Uluslararası Yenilenebilir Enerji Konferansı da, ne yazık ki, bu bağlamda kaçırılan bir fırsattır.
"Nükleer enerji kötü seçenek"
Bütün bunlara karşı, nükleer enerji çılgınlığı tekrar ülke gündemine sokulmaktadır. Nükleer enerji, güvenlik ve hala tam olarak çözümlenemeyen atık bertarafı işlemleri sonucunda oluşan çok yüksek yatırım ve işletme giderleri sebebiyle, başta ABD ve AB olmak üzere gelişmiş ülkelerde 1978'de bu yana terk edilmektedir.
Nükleer enerji, teknolojisi ve yakıt kullanımı ile dışa bağımlılığı arttıran, sağlığımızı ve güvenliğimizi tehdit eden, ülke ekonomisini zarar sokan bir seçenektir.
"Ormanlar talan ediliyor"
İklim değişikliği ile mücadelede en önemli araçlardan birisi olan ormanlarımızla ilgili olarak; 2B Yasaları Cumhurbaşkanlığı'nın vetosuna rağmen gündemde tutulmakta, en değerli orman alanlarımız yapılaşmaya açılmakta veya mobilya sektörünün insafına terk edilmekte, kısaca ormanlarımız talan ve yağmaya uğratılmaktadır.
Ülkemiz ulaştırma sektöründe karayolu taşımacılığının oranı yüzde 95'in üstünde olmasına rağmen (AB'de bu oran yüzde 75 civarındadır), altyapı ve gerekli mühendislik hizmetleri tamamlanmadan "duble yol" projelerine öncelik verilmekte, Cumhuriyetimizin onuru demiryolu hamlesi, açıkça, alaya alınmaktadır.
Milyonlarca insanımızın yaşadığı kentsel alanlarımızda sadece 15 adet düzenli çöp depolama sahası bulunmaktadır. Buna rağmen bu alanlarla ilgili teknik yeterliliği olan çevre mühendislerinin kamuda istihdamı ise hala istenen düzeye getirilmemiştir.
Genel değerlendirme
Bugün küresel ölçekte iklim değişikliği sorunu Kyoto Protokolü'nün yürürlüğe girmesi konusunda kilitlenmiştir. Küresel ısınmanın en büyük sorumlularından olan ABD, Kyoto Protokolü'nü sabote ettikten sonra şimdi de her türlü BM ve uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyerek, Ortadoğu ve Asya'daki fosil yakıtlarının kontrolünü ele geçirmeye çalışmaktadır.
Irak'la başlayıp Kıbrıs'la gelişen ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi, petrol ve doğal gaza bağımlılığın arttırılması açısından iklim değişikliği tartışmaları ile de doğrudan ilgilidir.
Kyoto Protokolü'nün yürürlüğe girebilmesi, ABD dışında kalan ülkelerin ortak işbirliğine bağlıdır. Bu noktada AB kilit bir rol oynamaktadır.
Avrupa Birliği, 2003 Sonbahar'ında Cancun'da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü 5. Bakanlar Konferansı'nda ABD ile işbirliği yaparak büyük bir yenilgiye uğramıştır.
Avrupa Birliği, iklim değişikliği ve Kyoto Protokolü konusunda başarılı olabilmek için, başta Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerle daha samimi bir işbirliği içinde olmalıdır.
24 Mayıs 2004 tarihi itibarı ile BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ülkemiz, politikalarını bu dengeleri gözeterek düzenlemelidir. BM İDÇS kapsamında, ülkemizde öncelikli olarak;
* Tüm sektörlerde ve tüm seragazları için ayrıntılı bir envanter oluşturulmalı,
* Tüm sektörlerde, ülke ihtiyaçlarını gözeten doğayla uyumlu politika ve stratejiler, siyasi-ticari-kişisel baskı, dayatma ve çıkarlardan bağımsız olarak, bilimsel ve teknik ilkeler üzerinde geliştirilmeli,
* Tüm sektörlerde, bilimsel-analitik yöntemler kullanılarak, izlenecek politika ve önlemler için, çeşitli senaryolar dahilinde kısa ve uzun vadeli seragazı salımlarının projeksiyonları ortaya konmalıdır.(KÖ)
*** Bu yazı Çevre Mühendisleri Odası tarafından Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin Türkiye'de yürürlüğe girmesi ile ilgili olarak yapılan açıklamanın tam metnidir.