Bundan dört ay önce, ECRI'nin Türkiye hakkındaki üçüncü raporu açıklanmıştı.
40 sayfalık bu raporun Türkiye kamuoyuna mal olması, her zamanki gibi, Türkiye'nin kendi iç siyasi gerilim hatları kanalından gerçekleştiği için, bu raporun genel olarak tartışıldığı bir zeminin bulunması mümkün olmamıştı. Bu nedenle İstanbul'da yapılan toplantı, katılımcı sayısı ister istemez sınırlı olsa bile, böyle bir olanağın yaratılması olarak da düşünülebilir. Öte yandan ECRI'nin, başkanı, iki üyesi ve iki sekretarya mensubuyla bu oturumda yer alarak, kendi yetki alanlarına ilişkin konuların Türkiye toplumunda nasıl tartışıldığını doğrudan doğruya görmesi bakımından da, bu toplantının yararlı olduğu kanısındayım.
Ayrımcılık, hele ırk ayrımcılığı konusu, duyulması kulağa pek hoş gelmeyen konular; dolayısıyla toplumsal ilişkiler veya siyasi hayatımızda karşılaştığımız bazı durumların böyle nitelenmesinden kaçınılması, belki anlaşılabilir bir tepki olabilir. Ancak ayrımcılık konusu gündeme geldiğinde, bunun, mutlaka bir zamanların ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki apartheid rejimi benzeri bir uygulama arz etmesi de gerekmiyor. Bu nedenle her ülkede, değişen yoğunluk ve derecelerde olsa da, belli ayrımcılık örnekleriyle karşılaşmak mümkün. O nedenle, buna karşı mücadelede, bu yönde bir bilgi ve bilinçlenmenin önemi hiç küçümsenmemeli.
Eğitim, her konuda olduğu gibi, burada da işin başındaki sorumluluk alanını oluşturuyor. 'Ayrımcılık' terimi, Türkiye hukuk terminolojisinin çok aşina olmadığı bir terim. Bunun yerine, Türkiye hukuku ve uygulamasında kullanılan terim 'eşitlik'. Eşitlik hakkı bağlamında da, ayrımcılığa karşı bir mücadele yürütülmesi elbette mümkün. Ancak, ayrımcılıkla mücadele hukukunun, hukukun bugüne kadar bildiğimiz pek çok kavram ve yöntemini değiştirmiş olduğunu dikkate almak gerek. Bu nedenle, sadece aynı statüde olan kişiler arasında, eşitliği bozucu nitelikte bir uygulamanın var olup olmadığıyla ilgilenmenin ötesinde bir değerlendirme bilinci gitgide önem kazanıyor.
Zira, ayrımcılık yapma kastı, eşitliğin, şu ya da bu nedenle bozulması sonucunu doğuran bir durumdan daha ağır bir durumu ifade eder. Ve yöneldiği kişinin haklarının ihlali anlamına geldiği gibi, o toplumsal düzen bakımından da dikkate alınması gereken bir sonuç doğurur. Bu nedenledir ki, ifade özgürlüğünden yararlanarak, ulusal, ırksal ya da dinsel nefretin ayrımcılık, düşmanlık veya şiddete kışkırtma şeklini alabilecek bir biçimde savunulmasının hukuk tarafından yasaklanması, bir insan hakları hukuku standardı olarak kabul edilir. Bu konuda bir değerlendirme yaparken, elbette demokratik bir toplum içinde hareket edildiğini de unutmamak gerekir.
Bu sayede bir hakkın korunmaya çalışılması için, aslında 'kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması' gibi bir koşulun (örneğin yeni Türk Ceza Kanunu Mad. 216/1) varlığının aranması, hakların korunmasını daraltıcı bir etki yaratabilir. Zira belki 'kamu güvenliği' açısından belirtilen nitelikte bir tehlike ortaya çıkmayabilir, ama o hareketin yöneldiği kişi bakımından bir mağduriyet söz konusu olabilir. Bu mağduriyetin, sadece genel hükümler bağlamında değerlendirilmesi fakat bu vakadaki ayrımcı kin ve nefret unsurunun ihmali, ayrımcılıkla mücadele hukukunun temelleriyle bağdaşmaz.
Ayrımcılıkla mücadele hukuku, bildiğimiz hukuk alanlarının, gitgide özerk inceleme ve uygulama alanları haline dönüştüğü birçok başka konuda da olduğu gibi, özel bir ilgiyi gerektiriyor. Bu mercekten bakarak, daha önce fark etmediğimiz ama görünce şaşıracağımız birçok ilişkiyi görmek mümkün. (TT/TK)