“Leylim Leylim”, Piraye’ye Mektuplar”, “Albertina Rosa’ya Aşk Mektupları”, “Milena’ya Mektuplar”…
Romanlarından, şiirlerinden, yazılarından tanıdığımız kalemlerin belki de en doğal, en kendiliğinden metinleri… Kitaplaştıklarında benzersiz aşk romanlarına dönüşüyorlar; bambaşka yanlarıyla tanıyoruz mektuplaşan tarihi kişilikleri…
Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar “Leylim Leylim” adıyla yayınlandığında kısa sürede çok satanlar listesine girmişti.
Leyla Erbil “Ben öldükten sonra...” diyerek hayattayken yayımlanmasını istememişti. 19 Temmuz 2013 günü hayata gözlerini kapamasından sonra Ahmed Arif’in kendisine gönderdiği aşk mektupları yayınlandı.
Geçtiğimiz günlerde Orhan Veli’nin Nahit Gelenbevi’ye yazdığı mektuplarından oluşan bir kitap yayınlandı ve Einstein ilk eşi Mileva Maric’in aşk mektupları da ardından geldi.
Edebiyat tarihçileri kadar biyograf severlerin de ilgisini seçecek aşk mektuplarından oluşan bir seçki hazırladık.
Ahmed Arif: “İmza: Yarı Parçan”
15 Mayıs 1954 tarihli mektubunda Ahmed Arif, Leyla Erbil’e yazdığı mektubu “Yarı parçan” diye imzalıyor. Ahmet Arif’in mektuplarındaki ince, sıcak üslubu ve kelimelerinin gücü çok etkileyici.
Şöyle sesleniyor Ankara’dan yazdığı o mektupta:
“Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim... Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu.
(…) Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki...”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri... Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum.
Yarı parçan”…
“Leylim Leylim” adlı kitaptaki mektupları Ahmed Arif, Leyla Erbil’e 1954- 1957 yılları arasında yazmış. Bu metinler Arif’in Erbil’e aşkının yanı sıra dönemin entelektüel, edebi ve yayın ortamının izlerini taşıyor. Dönem Ahmed Arifin sürgün günleridir. Yaşadığı siyasi baskının ona yaşattıkları kelimelerine dökülmüş. Aşkını ise tüm samimiyetiyle, en yalın haliyle yazmış.
Mesela şöyle demiş bir yerde: "Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum.”
“Nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş... hepsi. En çok da en ilk de Leylâsın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini..." (Leylim Leylim, İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 24. S.)
Nazım’ın en “yalansız” şiirleri
Nazım Hikmet’in 1933’ten 1950’ye kadar çeşitli cezaevlerinde kalmış ve Piraye’ye birçok mektup yazmış. Piraye bu mektupları tahta bir bavulda saklamış. Bu bavul önemli bir ayrıntı. Hatta boyutları bile biliniyor: 41 x 26 x 14 cm. Çünkü ceviz ağacından bu bavulu Nazım, onun için Çankırı Cezaevi’ndeyken yapmış. Memet Fuat daha sonra bu mektupları derleyerek kitap haline getirmiş.
Piraye hanım Nazım Hikmet’in ikinci eşi.
Tıpkı Ahmet Arif gibi Nazım da aşkını tüm açıklığıyla dökmüş mektuplarına. Şiirler de yazmış tabii ve şöyle demiş bir mektubunda:
“Kuzum karıcığım, bu şiirleri iyi oku… Yazdıklarımın en ustaları değilse de en yalansızlarıdır. Seni nasıl yalansız, süssüz, sanatsız seviyorsam, bunlar da öyle...”
Mektuplardaki nesir bölümleri de şiirleri gibi apaçık, kesin…
“…arka arkaya bir yığın ‘seviyorum’u dizdiğim için yine bana darılma, dervişin fikri neyse zikri de odur. Ben dervişim sen benim fikrimsin, ben kitabım sen benim yazımsın, ben orkestrayım sen benim sesimsin, ben şimşeğim sen benim ışığımsın, ben insanım sen benim ihtiraslarım, sevinçlerim, ümitlerim, kederlerim, işim, alnımın teri, ellerimin kudreti ve yüreğimin sevdasısın.
“bak yine bir yığın seni ve beni arka arkaya teşbih taneleri gibi dizdim. bana darılma. aklımda ne varsa parmaklarım onu yazıyor. aklımda sen varsın, kabahat benim mi, parmaklarımın mı?
…
“seni, tabiatı sevdiğim gibi de seviyorum, tabiatın her mevsimi nasıl güzelse, sen de öyle güzelsin ve güzel kalacaksın.
“piraye, allahaısmarladık / Nazım”
Nazım, Piraye’ye “Karıcığım” diye seslenir mektuplarında:
“Karıcığım, bu seferki ilk mektubuma senin için yazdığım bir şiir ile başlıyorum:
Saat dört yoksun, saat beş yok
Altı, yedi ertesi gün ve belki kim bilir...
Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı.
Gelirdin, yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman muşamba torban dizlerinde...” (Nazım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, 776 s.)
Milena, mutluluğun ta kendisi
Aşk mektupları denildiğinde belki de akla ilk “Milena'ya Mektuplar” gelir.
Mektupların ortaya çıkış hikayesi de çarpıcıdır, en az Franz Kafka’nın bu metinlerdeki dili, edebi gücü kadar.
Franz Kafka, Prag'da bir dost meclisinde tanışır Milena Jesenská ile. Milena gazetecidir. Öykülerini Almanca yazmaktadır Kafka ve Milena’dan Çekçe'ye çevirmesini ister. Kafka ile Milena'nın yolları bu şekilde 1920 yılında kesişir.
Büyük bir tutku vardır bu ilişki de:
“Her tarafa ‘Milena’ yazdım yazmayı bildiğim tek kelime”.
Üç yıl boyunca iki ya da üç kez görüşürler. Mektuplar onların kısıtlı bir ilişkilerinin tek aracıdır. Gittikçe büyüyen, birbirlerine ulaşmalarının giderek olanaksızlaşması dolayısıyla satırlara dökülmüş en platonik, en olanaksız aşk vardır Milena’ya Mektuplar’da.
Kafka nişanlıdır, Milena ise evlidir ama mutsuzdur. İkisi de Yahudidir. Kafka yakalandığı verem hastalığından kurtulamayıp 1924’te ölür. Milena ise Hitler döneminde, toplama kampına atılır. Orada 1944 yılında ölür.
Bu ilişkinin umutsuzluğu daha ilk mektupta görülür. Kafka'nın Milena'ya yazdığı Nisan 1920 tarihli ilk mektuyta şöyle yazıyor:
"Mektup yazmak, hayaletlerin önünde soyunmak demektir ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları."
Kafka’nın hezeyanları sinmiştir tüm satırlara.
“Çılgınca bir korkunun tutsağıyım Milena. Anlıyor musun korkuyorum? Bu koca satranç oyununda yerim yok benim zaten. İlgimi çekmiyor ben bütün dikkatimi kraliçeye vermişim. Gözlerim yalnız onu görüyor. Şahın yerinde olmak için bütün uğraşmalarım. Bunların gerçekten olmasını istiyorsam artık başka türlü davranmam gerektiğini de biliyorum. Bu yüzden Viyana’da kalma artık demem senden daha çok benimle ilgili hele şu an söylediklerim isteklerin en masumu, en arınmışı belki de. Mutluluğun ta kendisi o…” (Franz Kafka, Milena’ya Mektuplar, Can Yayınları, 400 s.)
Pessoa’nın noter tasdikli aşkı
Portekizli şair ve yazar Fernando Pessoa’nın (1888 – 1935) nişanlısına yazdığı mektuplar, aşk mektuplarının en güzellerinden sayılır. İlginç olan Pessoa’ın geçimini iş mektupları, adli dilekçeler yazarak kazanmasıdır. Nişanlısı Ophélia Queiroz, 47 yaşında ölen Pessoa’nın hayatına giren tek kadındır. İlişkileri 1920’de başlar ama çok sürmez. Dokuz yıl sonra yeniden başlar. Mektuplar bu iki döneme ait. Pessoa yaşadığı dönemde önemi fark edilmeyen bir edebiyatçıydı; öldüğünde sadece 4 kitap yayınlatabilmişti. 1942’den sonra keşfedildi ve külliyatı kısa sürede 26 cilde ulaştı.
Ophelia'ya yazdığı 48 mektup bunların arasında yer alıyor. Yalnızlığını, kırgınlıklarını, sıkıntılarını, acılarını, kıskançlıklarını anlattığı bu mektuplar onun edebi değerini kanıtlayan metinlerden kabul ediliyor.
" 1 Mart 1920
“Küçük Ophélia,
“Beni küçümsediğinizi ya da en azından bana karşı gerçekten ilgisiz olduğunuzu göstermek için ne bu kadar uzun bir söylemin belirgin biçimde örtük olması gerekirdi, ne de bana yazdığınız ciddiyet ve inandırıcılıktan uzak bir dizi ‘neden’ göstermeye gerek vardı. Yeterdi bunu bana söylemeniz. Böylece, çok iyi anladım, yalnız bu bana daha da acı verdi.”
…
“Gerçekten seven kişi adli dilekçelere benzer mektuplar yazmaz. Aşk, nedenleri bu kadar incelemez, insanlara da ‘yakalanması’ gereken sanıklar muamelesi yapmaz."
…
“Kendim de gülünç bulurdum zaten, eğer sizi bu kadar sevmeseydim ve eğer bana vermekten zevk aldığınız acıdan başka şey düşünmeye vaktim olsaydı; bu acıyı hak etmedim ben, sizi sevmek dışında; ve sanırım sizi sevmek de, bu acıyı hak etmek için yeterli bir neden değil. Neyse...
İşte bu da benden istediğiniz ‘yazılı belge’. İmzamı noter Eugenio Silva doğrulayacaktır.”(Fernando Pessoa, Ophelia'ya Mektuplar, Sel Yayıncılık, 112.)
Eren Eyüboğlu’nun kurtarmak için ateşe atladığı mektuplar
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Romanya'lı Ernestine Letoni ile Paris’te bir ay kadar çalıştığı André Lhote Atölyesi’nde tanıştı. 1934-1936 yılları arasında birbirlerinden uzak kaldıkları dönemde aşkları mektuplarla sürüyor. 1937'de ise evleniyorlar. Ernestine ismi Eren olarak değiştiriyor. Mektuplar Fransızca yazılmış. Bedri-Eren Eyüboğlu’nun oğulları Mehmet Hamdi Eyüboğlu bu mektupları Fransızca'dan çevirdi.
Bu mektuplar Bedri Rahmi- Eren Eyüboğlu- Aşk Mektupları 1934-1936, Rahmi- Eren Eyüboğlu- Aşk Mektupları 1933-1934, Rahmi- Eren Eyüboğlu- Aşk Mektupları 1932-1933, Rahmi- Eren Eyüboğlu- Aşk Mektupları 1937-1950 olarak dört cilt halinde kitaplaştı.
Kavuşulmuş bir aşkın simgesi olarak Eyüboğlu çiftinin birbirlerine yazdığı mektuplardan oluşuyor kitaplar.
Ernestine, Bedri Rahmi’ye şöyle yazıyor: ‘‘Yangın geçirdim. Evim yandı. Tuvallerim, gardırobum, çamaşırlarım yandı, kül oldu. Yersiz yurtsuz, bir hafta geçirdim. Ah!
Alevler arasında, şaşkın Memişçiğinin hali görülecek şeydi... Kendi canımı hiçe sayıp senin mektuplarını, fotoğraflarını kurtarabilmek için kendimi alevlerin içine attım.'' (Türkiye İş Bankası Yayınları)
Albertina Rosa’ya Aşk Mektupları
Albertina Rosa’ya Mektuplar, Şili’li yazar ve şair olan Neruda’nın, en büyük ve hep özlediği aşkı, şiirlerindeki ‘gri bereli suskun kız’ Albertina’ya yazdığı mektuplarından oluşuyor. Albertina Rosa Neruda’nın çocukluk aşkıdır ve Rosa’nın şehirden uzağa taşınmasıyla bir daha hiç görüşemezler. Neruda ona 111 mektup yazar…
Üç kez evlenen Neruda bu mektupları yazdığı dönem boyunca evlidir ama Rosa’yı hiç unutmaz.
“Albertina, kötü bir kadınsın. Bana hiç yazmıyorsun. Oysa tek tük yazdığın mektupların bende yarattığı mutluluğu kıskanmaman gerekirdi...”
“Sevgili küçüğüm, beni bağışla. Bir insanın umutsuzluğa düşmesinin tek nedeni kalbinin kuruluğudur...” (Pablo Neruda , Albertina Rosa'ya Aşk Mektupları, Alan Yayıncılık, 137 s.) (TK/HK)