sağolsunlar, arkadaşlarım, dostlarım sürekli üretiyorlar, yaratıyorlar ve bana da yolluyorlar, eksik etmiyorlar beni kitaplarından! onları okuyor ve yaşadıklarımın, yaşamımın içine katıyorum. sık sık onlarla onların yol gösterdiği maceralara doğru yolculuklara çıkıyorum. onların yazdıklarından esinlenip bazen eski yolculuklarım aklıma geliyor, hooop oraya, o zamanlara gidiyor, onları bir kez daha yaşıyorum ama biliyorum ki “aynı suda iki kez yıkanılmaz!”
biliyorum bunu okuyunca sezai kızacak!
-“neden benimle de çıkmadın o yolculuklara” diyecek!
ve ben ona diyeceğim ki:
-“ben o yolculuklardan döneli çok oldu!”
bülent uluer’in “çerkesim, türküm, kürdüm, sosyalistim” kitabında anlattığı yolculuktan söz ediyorum. o yolculuğu kitabı okurken sessiz sedasız bir kez daha yaptım gerçekten de. o günlere gittim, geldim. bu yazı da o yolculuktan kalan bir iz, bir tortu. ama yine de bu yazı kitabı okurken çıktığım içsel yolculuğu anlatmıyor. tersine bir küçük özet, ya da tekrar yolculuk olacak.
çünkü amacım asıl olarak, sevgili bülent uluer’in seninle yaptığı o “nehir muhabbet”in ürünü “çerkesim, türküm, kürdüm, sosyalistim” kitabından söz etmek. o yüzden kitabın içindeki muhabbetin bir köşesine iliştim ve benim hayalimde sorduğum soruların karşılığını kitapta bulup, söyleşinin içinden bir söyleşi çıkardım. bir anlamda yarısı gerçek yarısı sanal, hem geçmişe, hem bugüne, hem de kitaba doğru hızlı bir yolculuk olacak bu.
sen zaten orada olduğun için arada lâfa girmenin hiçbir sakıncası olmadığını düşündüm. zaten hep olduğu gibi, doğru yerlerde ve doğru cümleleri ederek girdin bu söyleşinin içine.
ama önce izin ver bülent uluer’e kendimi tanıtayım.
sezai sarıoğlu:
doğrudur, bazı tanışmalar gibi bazı kitaplar da
bazı zamanları bekler
sevgili bülent, nehir muhabbetler buluşmalarını saymazsak sen beni tanımadın. aslında belki de bu yazıya eşlik eden fotoğrafları görünce anımsayacaksın, hayal meyal. olsun!
dahası o muhabbetlerdeki karşılaşmalarda benim ben olduğumu da fark ettiğini sanmıyorum. çünkü çok benziyoruz birbirimize. sen tepedekiler dışında aşağıdakilerle muhabbetin olmadığını yazmışsın, doğru, aşağıdakiler de bir dolu “tepe” adam tanımalarına, onlarla görev ilişkisi içinde olmalarına karşın o yerdeki adamları bilmez tanımazdılar. ben de seninle hiç tanıştırılmadım, ya da tanışmadım. çünkü gerek yoktu. senin de dediğin gibi herkes üzerine düşen kendi görevini yapardı ve o kadarı da yeterdi. ne daha çok ne daha az!
senin o kitabında söz ettiğin binlerce “genç”ten (artık değil, 60’ına bir adım kalmış bir insan!)
birisiyim. seni de beni de çok iyi tanıyan bir dolu ortak arkadaşımız var ama ben aslında seninle ilk kez bu kitapta anlattıklarınla tanıştım. seni burada anlattıklarından tanıdım.
hem de yıllar önce pek çok mitingde, cenazede, kadırga yurdundaki konferans ve seminerlerde defalarca aynı mekânlarda olmamıza karşın.
ama seninle tanışınca çok fazla benzer yanımızın, geçmiş tarihimizde koşutluklar olduğunu gördüm, doğrusu şaşırdım ve sonra da düşündüm. bu şaşkınlığı ve düşündüklerimi belki bir gün karşılaştığımızda konuşuruz.
ama bu yazıyı, hem de böyle bir biçimde “cımbızlayarak” yapma hak ve cesaretini o yakınlık ve koşutluktan yola çıkarak yazıyorum. hemen söyleyeyim, sorularım kitabın içinde benim özellikle altını çizdiğim sözlerinden yola çıkılarak soruldu. ne de olsa “bilgi” hep “ilgi”yle koşut oluyor. bir de şunu en başta söyleyeyim; önce sana, sonra sezai’ye, sonra da okurlara... “her ne kadar sürç-i lisan ettimse affola!”
bir ‘sanal’ söyleşinin ‘gerçek’ yanıtları
ne zaman “politik” bir kimliğin oldu? ya da bunu fark ettin?
işi mizaha vurarak söylersem; insanlar ilkokuldayken köyünü, ortaokuldayken kasabasını, lisedeyken şehrini, üniversiteye gelince ise ülkesini kurtarmak ister. üniversiteye geldiğimde sıra türkiye’yi kurtarmaya gelmişti. ama solculuğun ne olduğunun pek de farkında değildim. kahramanlık, yoksulun hakkını yememe, herkesin ayakkabısının olmasını sağlama gibiydi solculuk. kalben ve fikren “solculuğu” tercih etmiştim. ailemden intikal eden dini-ahlâki bilgiyle, daha farklı bir yerden hareketle de tercihimi, “kul hakkıyla” bağlantılı olarak, “sol”dan yana koymuştum. “kul hakkı”, “mülk allah’ındır” sözleri kişisel tarihimde ve tercihimde önemli oldu. sosyalist olmanın “oldum” dediğin andan itibaren “olmayan” bir şey olduğunu ise çok zaman sonra öğrendim. “solcu” olmayı tercih etmemde çerkesliğimin de payı olduğunu söyleyebilirim.
peki örgütlülük, o ne zaman ve nasıl başladı?
benim “dahil” olduğum örgütsel ilişki yoktu. insanları ve siyasetleri uzaktan izler, insanları tanır, kim söylüyor diye merak eder, aralarındaki farkları anlamaya çalışırdım.
solcuların seni bilmesi tanıması, önce çıkman, önderlik etmen nasıl oldu?
öldürülen arkadaşımız kerim yaman’ın cenazesi gece cerrahpaşa hastanesi’nin morgundan kaçırılarak istanbul üniversitesi’nin süleymaniye kapısından merkez binaya getirildi ve ana girişte “katafalka” konuldu. öfkeli öğrenciler, merkez binayı işgal ederek, devrimci marşlar söyleyerek, sloganlar atarak cenazeyi beklemeye başladı... fiili durum yaratıp üniversiteye girdiğimizde kapının iç tarafında bir polis aracı bekliyordu. biz işgal için içeri girince polisler dışarı kaçtı ve bahçedeki araçları bize kaldı. aracın açık olan kapısından şoför mahalline girip direksiyona geçtim. arkadaşların arkadan itmesiyle aracı üniversitenin giriş kapısının önüne kadar getirerek orayı kapattık. burnu kapıya dayalı aracın üzerine çıkıp dışarıya doğru konuşmaya başladım. o gün benim hem “konuşmacı” olarak benim açımdan ve hem de dinleyen öğrenciler açısından bir milattı. böylece saat 14.00’ten gece yarısına kadar durmaksızın konuştum.
solcu olunca yaşam değişiyor mu?
sezai sarıoğlu:
yazmak ve konuşmak insanın ağısını alır... kendimize
sakladıklarımız kadar kendimizden bile sakladıklarımızın,
yıllarca “bize mahrem” kıldıklarımızın etik, estetik ve politik
bir dille okura/ başkalarına devredilmesinin dayanılmaz ağırlığıdır.
solcu ya da sosyalist olunca yaşamında neler farklılaştı, değişti?
şu soruyu sormamız gerekiyor: hayatımızda sosyalist olmadan önce ve sonra ne değişti? yalancıysak yalan söylemeyi mi bıraktık? tembelsek çalışkan mı olduk? hayatımızda böyle değiştiren fonksiyonları oldu mu sosyalizmin? olmadı. aynı şeyler, sosyalist olduktan sonra aynı insanın özellikleri devam etmeye başladı ve bu toplumda olan bütün kirlilikler bir biçimde sosyalizmin içine taşındı. dönüştüremedik kendimizi.
akıl, ya da bilinç bir sınıfın ferdini, başka bir sınıfın sözcüsü yapmaya yeter mi? o sözcülük hâli bir şekilde gerçekleşirse, o sözcü, o sınıfın söylemeyi düşündüklerini ya da söylemesi gerekenleri, sözcülüğünü yaptığı o sınıfın sözü ve edasıyla dile getirebilir mi? bu sahici olur mu? sahiciliğine hem o sınıfın fertleri, hem de o sözleri duyanlar inanır mı?
babamın 117. seyyar jandarma alayı üçüncü tabur komutanı olarak gittiği mardin kızıltepe benim hayatıma tesir eden çok önemli bir şehirdir... kürt ya da arap çocuğun üniversiteyi kazanması için çok fazla çalışması ya da yetenekli olması gerekiyordu. kızıltepe’de gördüklerim, yaşadıklarım ve hissettiklerim benim hayatımda bir kırılma noktası teşkil etti... onlar bizi ‘başka biri’ olarak görüyordu. oraya dışarıdan gelmiş bir başkasınız onlar için. sen onun için oraya gelmiş ‘işgâl kuvveti’ subayının çocuğusun sonuç itibariyle, bu bir gerçeklik!
farklılık nereden kaynaklanıyor peki? yalnızca coğrafyaların farklı olmasından mı?
benimle beraber yakalanan olayın faillerinden bir şoför ve muavini de olayla alâkaları olmadığını söylediler. onlardan birine “neden yalan söylüyorsun” dediğimde cevaben söylediği “ben, senin gibi bey çocuğu değilim, üç çocuğum var, sen girersen çıkarsın, yatsan da sana bakarlar. biz hapse girersek çocuklarımız aç kalır, her şeye hayır demek mecburiyetindeyiz, senle aynı değiliz!” cümlesi o günlerden kafama çakılmış enteresan cümlelerden biridir.
eylemcilik, eyleyicilik
sezai sarıoğlu:
bazen nedenli bazen nedensiz gecikiriz; birbirimize, aşklarımıza,
şiire, sorulara, cevaplara, hatıralara, belki de kalbini kırdığımız
devrim’e ve kendimize bile gecikiriz.
şimdi solun da ana gündemi olan kürt sorununu ilk nasıl ve ne zaman fark ettin?
1975’te viranşehir’de 9 kürt kaçakçı öldürülmüş, beyazıt/hürriyet meydanında bir protesto mitingi düzenlenmişti. o yıllarda “kürt sorununun” biz gençlerin kafasında önemli bir yer tutmadığını itifa etmeliyim. bizi eyleme katılmaya teşvik eden şey “ulusal sorun” ve dolayısıyla “kürt sorununun” varlığı değil. yoksul kürt kaçakçıların öldürülmesiydi. o dönemde o düzeyde bir bilgi birikimi zaten mümkün değildi... aksaray’a geldiğimizde yüksek bir yere çıkarak bildiğim kadarıyla “kürt sorunu” ve “katliam” üzerine konuşmaya başladım. kendimi aniden içinde bulduğum bu eylemde konuşmamı, kürt köylülerinin katledilmesi, kaçakçılık ve yoksulluk üzerinden yapmıştım. beni ajite eden faktör genel kürt meselesi değil, yoksul kaçakçıların haksız yere öldürülmesiydi. yoksul türk köylüsü mecburen kaçakçılık yapıyor, askerler bazen doğrudan, bazen “aracılar” üzerinden rüşvet alıyor, gerektiğinde de öldürebiliyordu. yoksullara reva görülen bu kalleşliğe karşıydım. sonraki günlerde dernekte ve okulda ilk tepkiler şöyle oldu: “yahu bülent... faşislerle mücadele varken başımıza bir de kürtleri icat çıkarma!”
önünde olduğun, başkanlığını da yaptığın dev-genç’le o dönemin hükümetinin bir de görüşmesi olduğunu biliyorum. o nasıl oldu.
profesör bedri karafakioğlu’nun aracına bomba konularak öldürülmesi üzerine öğrenciler itü taşkışla kampüsü’nü işgal ederek boykota başladı. msp-ecevit hükümeti döneminde görüşmek için ankara’ya davet edildik. gece 12.00 civarında bizi kızılay’dan alıp içişleri bakanlığı’na götürdüler. kendisi de itü’lü olan korkut özel ile görüşmeye istanbul’dan osman ecemiş, ankara’dan dört arkadaş katıldık. bakani arkasında resmi üniformalı iki jandarma albay ve pek çok “sivil” ile birlikte geldi. adam işinin ehli... “komünist arkadaşlar” diye başladı konuşmaya.. bizim ekipte ise en ufak tefek bendim; bıyıksız, çelimsiz biri olduğumdan bakan beni ciddiye almadı. arkadaşlar “başkan konuşacak” deyince şöyle yan gözle süzüp güldü. o günkü görüşmeden aklımda kalanlardan birisi, korkut özal’ın çok net olarak, “faşistler” diye konuşmasıydı. “solcu arkadaşlar, sizinle ittifak yaparız. yalnız bir şartım var; bizimkileri yıldız’a edebiyat ve hukuk fakültelerinde okula alacaksınız. ötekiler beni ilgilendirmez” dedi. özellikle edebiyat fakültesi’nde, yıldız’da ve itü’de müslüman/islamcı öğrencilerin okula alınmalarını istiyordu. ötekiler dediği ise ülkücüler yani faşistlerdi... türkiye gençlik hareketi hiçbir şey yapmamışsa bile türkiye’nin ve nato’nun “kahraman kumandanlarına” korkudan iki kere darbe yaptırmıştır. bu yeter zaten. bizi o kadar ciddiye aldılar ki korktular. hiçbir şey yapmamışsak bile çok korkuttuk, ama biz onlara şaka yapmıştık, fark edemediler.
başta 16 mart olayı olmak üzere, polis ta da faşistlerin gerçekleştirdiği katliam ve cinayetlerde üniversiteler işgal edilirdi. o günlerde bu nasıl gerçekleştirilirdi?
üniversite işgalinde metodumuz şuydu: sürtüşme olmaması için sol gelenekler amfilere ayrılır, herkes kendi amfisinde, toplayabildiği arkadaşlarına o günün şartlarını, siyasi tahlilini, konuşmalarını yapar, sonra da ertesi gün ne yapılacağı konusunda tüm grupların elemanlarıyla konuşur, o akşam üniversitede ne yapmamız gerektiğini kararlaştırırdık. çok önemli iki kararımız vardı: binaya katiyen zarar verilmeyecek duvarlara yazı yazılmayacak ve daha önce hocaların kapılarının kırılması aleyhimize olduğundan hocaların üst kattaki odalarına girilmeyecekti.
bölünme, ayrılık, tavır
sezai sarıoğlu:
yıllarca kendi hatırasıyla baş başa yaşayanlar açısından yakın tarihi
ve onun parçası olarak kendi hikâyesini anlatmak, geçmişin “yasını
tutarak” yüzleşmek ve “iyileşmek” ihtimâli anlamına da geliyor.
mücadele her yerde sürerken sonra dev-genç bölündü, bu nasıl ve neden oldu?
ankara’daki arkadaşların bize kapalı bir ilişki sürdürerek kendi içlerinde örgütlenmeye gittiğini hissediyorduk. istanbul grubu hiçbir zaman birebir devrimci yol’un görüşlerini ve eylem çizgisini benimsemedi ve devrimci yolcu bir örgütlenme içinde ise hiç olmadı.ayrılığın 78’de çıktığını söylemek yerinde “ondan önce de birlik yoktu” demenin doğru olacağını düşünüyorum. ben dev-genç sekreteriydim, ayrıldıktan sonra dev-genç başkanı oldum. istanbullular olarak aramızda ne kadar anlaştığımız tartışma götürürse de birbirimizin sözünü kesmez, ankaralılar karşısında bütünlük görüntüsü verirdik. bu “bütünlük” öyle oturulup konuşulup planlanmış bir “taktik” değil, eylemde, okulda, yurtlarda ve evlerde zamanını birlikte geçiren bir arkadaş grubunun doğal hâliydi. bizde “merkez” yoktu, yekpare değildik, farklı farklı düşüncelerimiz vardı ve bir döneme kadar birlikte hareket eden “arkadaş” grubuyduk. istanbul kendi anlayışı içerisinde daha radikal mücadele yöntemleri geliştirirken, ankara’daki arkadaşlar ve anadolu’da onlarla davrananlar kendilerince bir ilişki biçimi oluşturdular. bu farklı davranış ve eylem biçimleri politik hayata tercüme edildiği zaman mesafeler iyice açılmaya başladı.
1 mayıs 1978 kritik bir eşikti. dev-genç korteji barbaros bulvarı’na dizildi. İstanbul’daki arkadaşlarla da mesafeli olduğum günlerdi. devrimci yolcuların pankartlar hazırladıklarını ve o güne damgalarını vurmak istediklerini biliyorduk. onlar “devrimci yol” pankartını açıp öne geçmeye çalışınca , aniden dev-genç’in hazırladığı “yolumuz çayanların yoludur” pankartını açıp kortejin önünü tuttuk. böylece 1 mayıs 1978 mitingine bizim pankartımız ve ağırlığımız damgasını vurmuş oldu. bunun ilk yansıması dev-genç’in istanbul ve ankara olarak ikiye bölünmesiydi. özellikle istanbul açısından söylersem, dev-genç’i devgenç yapan en önemli özellik, yöneticilerinin belli bir organizasyon, bir otorite tarafından tayin edilen ya da seçilip yönlendirilen insanlar olmamasıdır.
örgütlülük, önderlik, liderlik
sezai sarıoğlu:
hatıraları yıllardır içimizde, dilimizin ucunda eğip
büküyoruz ya da hafıza odalarında küllerini savuruyoruz
ama asıl eğilip bükülenin kendimiz olduğunu unutuyoruz.
konunun tartışılacak pek çok yanı var, onları kitapta anlatıyorsun, onları bir yana koyalım: örgüt, örgütlülük, önderlik konusunda bugün neler düşünüyorsun?
elbette gençlik önderiydim ama arkadaşların hiyerarşik olarak inşa ettikleri örgütlenmede hiçbir zaman yer almadım. örgüt yöneticiliği yapmak gibi bir özelliği de kendimde hiç hissetmedim, karakterimde böyle bir şey yok. siyasal ve örgütsel bir yükün altında kalmaktansa daha baştan kendini tartıp altına girmemek en doğrusudur. hiçbir zaman “siyasi örgüt” hiyerarşisi içinde yer almadım. iktidar, yöneticilik merakım ise hiç olmadı. çünkü mizaç itibariyle böyle bir hiyerarşi içinde yer alabilecek yapıya sahip değildim. politik ve insani açıdan çok yakın bir birliğin ve yakınlığın olduğu kadar, her türlü ayrılıkta insani “yakınlığın” ve “uzaklığın” önemli olduğunu düşünüyorum... beni ilgilendiren gençliğin mücadelesiydi. bu süreçte binlerce insanla ilişkim oldu, ama ben tarzımı şöyle özetlerim: ben herkese en yakın uzaklıkta dururum. çok az insanla daha yakın ilişkim vardır. 12 eylül’den bu yana defalarca ortaya çıkan sonuçlara rağmen “merkez” olanların suyun başını tutma hırsı sürüyor.
geçmişe baktığında devrime ve devrimcilere dair saptadığın en önemli sorunu nerede görüyorsun?
biz ideolojiyi tarihten ve onun bilgilerinden bağımsız olarak ele aldık... tarih bilgimizi ideolojiyi edindikten sonra öğrendiğimiz için bir problemle karşı karşıyayız... maalesef 1920’lerde başladığı kabul edilen türkiye sosyalist hareketinin büyüyememesinin en önemli sebeplerinden biri kemalizm ile bir türlü koparamadığı göbek bağıdır. kemalizm ile bağlantı kurduğunuz zaman devrim ve sosyalizm ile değil, devlet ile bağlantı kuruyorsunuz. oysa sosyalizmin teori ve pratiği burjuva devletin reddi üzerine inşa edilir. sosyalistler devletten ari olabildiği müddetçe kendi ideolojilerini hâkim hâle getirebilirler, topluma ulaştırırlar. bu noktada bir açmaza dikkât çekmek isterim. bu toplum devletine biat etmiş görünse de, gerçekte devletten çok da hoşlanmaz. türkiye’de “modern” siyaset geleneğinin jön türkler ve ittihat ve terakki ile başladığını söyleyebiliriz. “rus edebiyatının gogol’ün paltosundan çıkması” meselesi bu başlangıcı ifade etmek için şöyle tercüme edilebilir: türkiye’deki “sağ” ve “sol” olarak tarif edilen siyaset ittihatçıların kaputundan çıkmıştır. itilafçılar da ittihatçılar kadar ittihatçıdır.... mehmet akif de, kimse kızmasın ama mustafa suphi de ittihatçıdır. tarihe baktığımızda mevcut nizama karşı başkaldırıların üç okulda (harbiye, mülkiye, tıbbiye) organize olduğu görülür. ittihatçılık da, onlara karşı olanlar da bu miras üzerinden örgütlendi. ittihatçıların ve itilafçıların kurdukları gençlik örgütlerinin maksadı devletin varlığını sürdürmekti; gençlik örgütleri muhalefeti bastırmak için kullanılırdı. cumhuriyet de bu mirası devraldı. malum, cumhuriyet’in üç düşmanı vardı: kürtler, islamcılar ve sosyalistler. cumhuriyet bunların üçüne birden hiçbir zaman saldırmamış, sıraya koymuştur. birine saldırırken diğer ikisini yanına almış, diğer ikisine saldırırken, ötekini yanına almış, ötekine saldırırken diğer ikisini yanına almıştır.
sürgün, sürgünlük, ideoloji
sezai sarıoğlu:
bazen bir insanın hikâyesini anlatması bazen kendisine
“rağmen” dillenmesidir.
12 eylül’den sonra bir süre filistin ve lübnan’da sonra da avrupa’da özellikle de fransa’da sürgün yaşadın, o döneme dair sonuç olarak neler söylersin?
her şeyden önce oralı değilsin, sana her şey çok yabancı... bir müddet sonra gittiğin toplumda aşağılandığını hissediyorsun, seni dışladıklarını fark ediyorsun. hâttâ hiç abartılı değil, gittiğin ülkenin komünistleri sosyalistleri açısından bile durum böyle, sana bakışları oryantalist. bunu hissettiğin zaman epey demoralize oluyor insan. böylece sen enternasyonalizm, dünya barışı, halkların kardeşliği, eşitlik vb. gibi referansların pratikte pek de “gerçek” olmadığını, gerçeğe tekabül etmediğini görüyorsun. 3. enternasyonal’in “gittiğiniz yerlerde ayrı örgütlenmeler yapmayın, gittiğiniz ülkelerin komünist partilerine üye olun” mealindeki kararına rağmen türkiyeli hiçbir grup bunu yapamadı. bu sadece “milliyetçilikle”, “yurtseverlikle” vs. izah edilecek bir sorun değildi. iki nedeni vardı: birincisi, gittiğimiz ülkelerde türkiyelilerin bir biçimde tabanının olmasıydı. ikincisi, gittiğimiz ülkelerdeki parti ya da örgütlerle teorik ve politik olarak benzeştiğimiz yönlerin azlığıydı. bizi küçümseyen “avrupa merkezli” bir bakış egemendi. ne yazık ki, o zor koşullarda o partilerle ilişki kurmamızı engelleyen tkp üyeleri vardı. 12 eylül’ün ilk yıllarında avrupa’da muhalefet damarı güçlüydü. kürtler zaten her zaman güçlüydü, kürtlerin bazı grupları yok olsa da ana damar pkk konumunu giderek geliştirerek sürdürdü. bir de şunu bilmek lâzım: türkiye’deki siyasi mücadelenin boyu neyse, oradaki gölgesi de o kadar oluyor. biz türkiyeliler olarak çok kapalı devre yaşadık. bizden önce gidip yerleşmiş olan sanat erbabı biz geldiğimizde, tabir ne kadar doğru bilmiyorum, bize “hiç bulaşmadılar.”
teşekkürler... ama en çok da “cımbızlayarak” bu söyleşiyi yapma imkânı verdiğiniz için... (ms/yy)
*bülent uluer anlatıyor “çerkesim, türküm, kürdüm, sosyalistim”, sezai sarıoğlu, dipnot yayınları, anı, aralık-2015