O günlerde, Türkiye, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı'nda, Yıldırım Akbulut Hükümeti tarafından yönetiliyordu.
Özal'ın "başbakan gibi" davrandığı ve işçi sendikaları ile sürdürülen zam pazarlığında başrol oynadığı bu süreçte sadece Türk Taşkömürü Kurumu'nda (TTK) değil, tüm kamuda sözleşmeler kilitlenmiş, diğer sendikalar da kendi işyerleri için grev kararı almıştı.
Yaşanan körfez krizi de hükümet için (Özal için) bahane olmuş, TÜRK-İŞ-Hükümet pazarlığı grev noktasında kilitlenmişti. Tabana verdiği söz gereği, tabanın da baskısıyla Zonguldak'ta grev yapmaya kararlı olan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer, "son dakika anlaşmalarından" kendini ayrı tutabilmek için TÜRK-İŞ Yönetimi ile arasına mesafe koymuş, "ben gidiyorum, arkamdan gelin" hesabı, Zonguldak'ta bayrağı açmıştı.
Şu çok belli ki, bir ayı aşkın süren (30 Kasım 1990- 8 Ocak 1991) bu coşkun eylemlilik ve ardından gelen o büyük yürüyüş hiçkimse tarafından başlangıçta an an tasarlanmamıştı... Nehir taştı ve sular kendi mecrasında çoğalarak aktı.
Bir noktada, liderliğin o suyu doğru zamanda, doğru mecraya akıtması en istenilendi. Ama liderlikçe hedefin net ifade edilemediği ya da anlatılamadığı o süreçte bu yapılamadı.
Temelde toplu iş sözleşmesi çerçevesinde "hak mücadelesine" başlayan işçi, zaman zaman gösterilen "özal" ve "iktidar" hedefi ile de motive oldu ve bir süre sonra gerçekte ne için yürüdüğünü bilemez hale geldi..
Ama belki de işçinin hangi amaçla yola çıktığı önemli değildi. O liderine çok güvenmişti ve Denizer ne isterse onu yapacaktı. Peki Denizer ne istiyordu? O ne için yola çıkmıştı.
Bu soruya yanıt aramak için eylemden bir yıl sonra yazdığım ve 1992 yılında Metis Yayınları tarafından yayımlanan "Eylem Günlüğü-Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü" isimli araştırma röportaj kitabımda Denizer ile de bir söyleşi yer aldı.
İşte yüz binleri yürüten Denizer'in "tarihten ders çıkarma" adına bizleri yeniden ve yeniden düşündürtmesi gereken yaklaşımları, hedefi... .
Bir Şemsi Denizer söyleşisi (Eylem Günlüğü- Metis 1992)
Soru: Zonguldak'ta maden işçisinin çözümlenemeyen toplu iş sözleşmesinden hareketle her zamankinden farklı, tüm şehri kucaklayan ve harekete geçiren bir eylemlilik yaşandı. Bu öyle bir eylemlilikti ki, grevin belli bir noktasından sonra, sadece işçileri değil, şehri de Ankara'ya yürüttü. Bunun alt yapısını nasıl oluşturdunuz?
Denizer: Grev, Zonguldak maden işçisine, halkına uzun yıllar öcü olarak gösterilmiş. İstenen, masa başında verilmemesine rağmen, grev yapılmamış. Sadece işçiye değil, Zonguldak Halkı'na da grev mahvedici, yıldırıcı bir araç olarak anlatılmış.
Yönetime geldiğim ilk günden itibaren bu anlayışı yıkmaya çalıştım. Çünkü, toplu iş sözleşmesinin grevsiz çözüleceğine ihtimal vermiyordum.
Gerçekten de öyle oldu. Üstüne üstlük tüm halkın can damarı olan madenlerin kapatılması tehditleri de yoğunlaştı. Biz grev kararı aldık. Aldığımız andan itibaren de memurlar, esnaf grevden korkmaya başladı.
Emekli korkuyor, işsizler korkuyor, velhasılı şehrin bütün kesimleri korkuyor ve grup grup bize gelerek "greve çıkmayın, anlaşma zemini yaratın" diyorlar. "Neden?" diyorum, cevapları "grev kötü bir şey" oluyor.
Onlara günlerce grevle birlikte iktidarı rahatsız edeceğimizi, amacımızın emek piyasasını yükseltmek olduğunu, vereceğimiz mücadelenin her kesimin yararına olacağını anlattım. Çeşitli toplantılar düzenleyerek, Zonguldak işçisinin sorununun tüm Zonguldak halkının sorunu olduğunu işledik. Ve nihayet 30 Kasım'da greve başlama kararı aldık. Grev programımızı yaptık. Amacımız çok sesli grev yapmaktı.
Bütün dünyaya, Türkiye'ye sesimizi duyurmak istiyorduk. Programımıza göre 20 gün eylemlilik sürecek ve bu süre içinde Türkiye'yi de hazır hale getirecekti. Amacımız Türkiye'yi de eyleme sokmaktı ki Eylül ayından itibaren bunu sağlamak için Türk-İş'e baskı yapmaya başlamıştık.
Bu baskıyı, greve başlayacağımız günlerde daha da yoğunlaştırdık. Süresiz genel grev yapılmasını istiyorduk. Ama Türk-İş oyalaya oyalaya iş bırakma eylemini 3 Ocak'a sarkıttı.
Halbuki biz 20 Aralık'a kadar Türkiye İşçi Sınıfı'nı yürüyüşe ve eylemliliğe hazırlayıp, bunu Aralık sonundaki Türk-İş eylemliliği ile birleştirmek istiyorduk.
Soru: Bu kadar geniş bir eylemlilik istemenizdeki amaç neydi?
Denizer: Demokrasi mücadelesi. Türk insanının, Türk çalışanının isteklerinin gerçekleşmesi mücadelesi. Şunu hesapladık... Türkiye'de sömürü çarkının ters dönebilmesinin tek yolu, halkın kendi oylarına, kendi yönetimine el koyabilmesi ile mümkündü ve bunun yolunu açmalıydık...
İktidar mücadelesi
Soru: Yani bir iktidar mücadelesi mi?
Denizer: Elbette... Çünkü demokratik talepleri kazanmadan ekonomik talepleri kazanmak mümkün değildir, ya da kalıcı olamaz. Toplumun ekonomik ve demokratik haklara kavuşabilmesi Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Anavatan Partisi (ANAP) ile mümkün değildi.
Ekonomik hakları alabilmek için iktidar mücadelesinin şart olduğu noktasından hareket ettik. Bunun için siyasi iktidarı hedef aldık. Baştan itibaren zaten siyasi sloganlar atılıyordu.
Bizim tasarladığımız da belli bir zaman sonra ekonomik talepleri bir kenara bırakıp sadece demokratik talepleri dile getirerek, bir yoğunlaşma, bir yönlendirme oluşturmaktı. Ve de zaten böyle oldu.
Soru: O zaman grev, hak almak için değil, iktidarı değiştirebilmek için başladı...
Denizer: Tabii ki öyle...
Yürüyüş kararını ben verdim
Soru: Peki böyle bir sorumluluğu neye dayanarak yüklendiniz? Anladığım kadarıyla Zonguldak olayına Türkiye'de bir toplumsal hareketin ateşlenmesi gözüyle bakılmış.
Neye güvendiniz? Böyle bir olayı yapabilmek için toplumun diğer kesimlerinden ya da en azından Türk-İş'ten destek aldınız mı? Ya da birlikte hareket ettiğiniz sendikalarla bu konuyu tartıştınız mı?
Denizer: Benim yapımda şu vardır. Bir şeyin yapılmak zorunda olduğunu bildiğimde emrivaki yaparım. Eğer, "Ankara'ya yürüyeceğim, siz de bana destek olun., bunu tartışmak için bir toplantı yapalım" deseydim, bu düşünceye katılınmayacağını, ya da yapılacak toplantıya gelmemek için herkesin mazeret bulacağını bilmek lazım.
Ben yürüyüş kararını kendim verdim. Bunun yapılmasına inandığım için bu kararı verdim. Kamuoyuna açıkladım ve kendi yönetimimizde bile tartışması ondan sonra oldu.
Soru: Niye?
Denizer: İnsanlar yarınlarını düşünürler.Korku herkesin içinde vardır. Korku insanın doğru düşüncesini kemirir. Ben kararı verdim, açıkladım ve "korkan insanlar gelmesinler, korkan insanlara toplamda yer yok" dedim.
Tabii kimse korkuyorum demez.Herkes aslan kesilir, "ben de varım" der. İnsanların bu duygusuna hitap etmek için kararları hep böyle verdik. Tabii, Türk-İş'in bu hareketin tamamen karşısında olacağını biliyordum.
Onun düzenin yaşaması, devam etmesi yolunda bir kurum olduğunu görmemek mümkün değil. Ondan istifade etmenin yolu ancak emrivaki. Gelmek zorunda kalsın... Bu düşüncelerle hareket ettik.
Soru: Peki şartların hepsi beklediğiniz gibi gerçekleşseydi ne umuyordunuz? İktidar nasıl değişecekti, yerine kimler gelecekti?
Denizer: Özal istifa edecekti, ortaya yeni bir şekil çıkacaktı.
Soru: Ne tür bir şekil?
Denizer: Yeni bir parlamento.
Soru: Yani bir seçim mi?
Denizer: Evet... Yeni bir parlamento, emekten yana, demokratik bir parlamento. Yoksa diğeri için Türkiye'nin her tarafında örgütlenmek ve bir siyasi hareketin içinde olmak gerekir. Bizim de öyle bir aktivitemiz yoktu.
Özal kaçıyordu
Soru: Ve bunun da Zonguldak'tan başlayacağını düşünüyordunuz...
Denizer: Zaten biraz sağlıklı bir örgütlenme olduğunu görebilseydik, bu iş bitmişti. Uçak hazırdı. Özal kaçıyordu.
Soru: Nerede hazırlanmıştı uçak?
Denizer: ANA uçağı hazırlanmıştı. Kapıda bekliyordu.
Soru: Nereden biliyorsunuz?
Denizer: Güvenilir kaynaklar söylediler. Bakanlar da gidiyordu. Sabaha kadar toplantı yaptılar, "istifa edelim mi, etmeyelim mi"diye tartıştılar. Sonunda tabii ki barikat kuruldu.
Barikat kurulduğunda da düzenin siyasi partileri, sendikaları,düzene sahip çıktılar. O güne kadar ANAP'a karşı olanlar düzen değişikliğinde kendilerine yer bulamadılar. Barikat olayın son noktasıydı.
Düzenin temsilcisi barikat
Soru: Barikata yüklediğiniz önem ne?
Denizer: Barikat orada düzenin temsilcisiydi. Ya barikat aşılacaktı, düzen bozulacaktı, ya da barikat kalacaktı, düzen korunacaktı. Barikat aşılabilirdi. Zaten aşılmıştı da. Barikat kurulmadan önce 10 bin işçi E-5 karayoluna çıkmıştı.
E-5'e çıkmak değildi orada problem. Problem Hükümete talip olunma meselesiydi. Hükümete sahip olma durumunda bir siyasi örgütlenme olmadığını gördük. Barikatın öbür tarafı insanlarla dolduğunda, Mengen Dellerderesi'nde demokrasi kurulur, ANAP gider, yerine yeni bir parlamento kurulurdu.
Soru: Beklenilen, işçilerin ya da diğer kesimlerin barikatın öbür tarafına mı gelmesiydi?
Denizer: Elbette ki... Barikatın bu tarafında 150 bin insan varken, diğer tarafta da 40-50 bin kişi olsa, polis, asker açacaktı barikatı. Barikat açıldığında, hükümet kaçıyor, demektir. Başka çaresi yok.
Soru: Yola çıkarken, barikat noktasında size bir siyasi partinin sahip çıkabileceğini ve tüm gücüyle destek olup iktidara talip olacağını mı düşündünüz?
Denizer: Sahip çıkabileceğini düşünüyorduk. Bu da bunun gerekliliğinden kaynaklanıyordu.
Soru: Sahip çıkmanın yolu ne olabilirdi? Mesela sine-i millet? Ya da vatandaşları barikatın öbür tarafına çağırmak mı?
Denizer: Sine-i milletten ziyade barikatın öbür tarafının insana ihtiyacı vardı. Sonra iş kendiliğinden hallolurdu.
Soru: Siz Mengen'de iken diğer bazı sendika yöneticileri geldi ve neler yapılabileceği konusunda görüşebilmek için sizden toplantı talep ettiler. Yapılan toplantıda, Türkiye'nin her tarafında Mengenler yaratılması konusundaki görüşlerini dile getirdiler ve sizin düşüncenizi sordular. Siz de "Biz burayı mesken tuttuk" dediniz ve sendikacılar kendi tabanlarını örgütlemek üzere oradan ayrıldılar. Ama siz aynı günün akşamı geri dönmeye karar verdiniz....
Denizer: Bu toplantıyı 6 Ocak günü yaptık, toplantı talebi de sanıyorum benden geldi. Toplantıda öbür Pazar gününe bir şeyler yapabilmek için zaman istediler. "Kendi örgütlerimizle görüşüp, bir hafta sonra yeniden değerlendiririz" dediler.
Tabii bizim onlara talimat vermeye hakkımız yok. Ben de bir hafta beklememizin mümkün olmadığını, kışta soğukta beklemeye insanların fiziksel gücünün elvermeyeceğini, saldırı ihtimalinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini söyledim.
Soru: O zaman sendikacılardan gelen bu teklif samimi değildi...
Denizer: Bir hafta sonrası olmazdı. Beklememiz mümkün değildi. Oradan çağrı yapılıp harekete geçirilse mesele kalmazdı.
Mesajı almaları gerekirdi
Soru: Peki yürüyüşe başlamadan önce neler yapılabileceğini görüşseniz daha farklı olmaz mıydı?
Denizer: Biz yürüyüşü 17 Kasım'da açıkladık. "Grevi seri eylemlerle sürdürüp, daha sonra Ankara'ya yürüyeceğiz" dedik. Amaçlarımızı da her gün yaptığımız toplantılarla açıkladık. Mesajımız açıktı. Tüm bunlara rağmen "bilmiyordum, görmedim" demek mümkün değil.
Ben "Böyle yapıyorum. Gelen gelir" düşüncesi ile hareket etmişimdir. Tekrar ediyorum, benim hiçbir örgüte talimat vermeye hakkım yok. Ama ben arkadaşları anlıyorum. Yaptığımız alışılmışın dışında bir şeydi. Düzene karşıydı. Bu insanların içinde taşıdığı duygularla olur.
Diğer sendikacı arkadaşların beni suçlamaya hiç hakları olmadığı gibi, benim de onları suçlamaya hakkım yok. Beni suçlamaları, yapmaları gerekeni yapmamış olmanın ezikliğinin bahanesi oluyor. Ama bunlara gerek yok. Çünkü Türkiye'de ilk defa böyle bir olay yaşandı. Bunun "Şöyle yapılır, böyle yapılır" diye doğrusu da yok.
Aydın kesim de yeterince olaya sahip olmadı. Onları da suçlamak yanlış. Ama bir deney oldu, eksiklikleri görerek, bir daha bunları yapmamak, sonucu getirebilmek önemli. Ben bu işe başladım. Tartışmadım. Mesajı almaları gerekirdi.
Soru: Şimdi isterseniz biraz yürüyüşü konuşalım. Yürüyüşten bir gece önce, yani 3 Ocak gecesi, Vali, Emniyet müdürü ve Alay Komutanı sizi konuşmaya çağırdılar. Size ne dediler?
Denizer: Vali çok iyi niyetli bir insandı. Bana yürüyüşü durdurma olanağının olmadığını bildiğini söyledi. "Dur desen de seni dinlemezler biliyorum, ama bu işi nasıl çözeriz onu konuşalım" dedi.
Ben de kendilerine asla müdahaleye yönelmemelerini, bunun çok tehlikeli olacağını söyledim. "En önde ben olmak zorundayım, en öne geçerim ve yürümek zorunda kalırım, o zaman arkadaki kitle de gelecektir ve hiç hoş bir durum olmaz. Onun için müdahale etmeyin, yürüyeceğiz, başka çaresi yok bunun" dedim.
Bana, "Yine de düşün, bir çare bulmaya çalış" dediler. Çaresi olmadığını tekrarladım. Çünkü biz bir karar vermiştik ve bir karar verdikten sonra yanlış da olsa dönülmesiyle toplumun güveninin kazanılamayacağını düşünüyordum.
Soru: O gece kendi aranızda yaptığınız toplantıda yürüme konusu tartışıldı mı?
Denizer: Kesinlikle hayır. İnsanlar günlerce o yürüyüşe göre şekillenmişti. Aksi mümkün değildi. Kesinlikle vazgeçme konusu gündeme gelmedi.
Uyanamadım, yürüyüş devam etti
Soru: Yürüyüşe başladınız. İlk günün akşamı Devrek'de Başbakan ile bir telefon görüşmeniz oldu....
Denizer: Başbakan bana gayet samimi bir şekilde, "Helikopterle geleyim, orada görüşelim, meseleyi çözelim" dedi. Ben de kendisine, "Burada yüz bin insan var. Bu insanların hepsi geceyi geçirmek üzere dağıldılar. Bu insanları gece kontrol etme imkanı yok, bir provokasyon halinde ne olur bilemem" dedim ve görüşmenin ancak gündüz olabileceğini söyledim. Saat 12.00'de Bolu'da randevu veren benim.
Soru: Başbakan Akbulut'un "Siz Bolu'ya gelin ama işçiler de yürümesin. Devrek'te beklesin" dediği, sizin de bunu kabul ettiğiniz doğru mu?
Denizer: Doğru. Öyle dedi ve kabul ettim. Ancak gecenin o saatinde diğer arkadaşlarla iletişim kurmam mümkün olmadı.
Hepsi dağılmıştı. Bizim de daha önce planladığımız bir hareket saati vardı. Sabah 08.00'de yürüyüşe başlayacaktık. Sabah erken kalkıp yürüyüşü durdurmayı düşündüm. Ama uyanamadım. Saat 08.00'e yetişemedim. 08.30'da geldiğimde hareket başlamıştı. Bir grup arkadaş arabalarla hareket etmişti. Durduramadım.
Soru: Yani uyanamadığınız için mi yürümeye devam edildi?
Denizer: Evet.
Soru: Peki diğer yöneticilere de mi ulaşamadınız. Onların haberi olmadı mı görüşmeden. Bizim haberimiz vardı mesela gazeteciler olarak. Sizin görüşmenizden sonra haber yazdırdık.
Denizer: Biz Başbakan ile gece yarısı görüştük. Diğer yöneticiler de dağılmıştı. Onları bulmam mümkün değildi. Sabah kortejin önüne geçtim. Baktım ki gidenler olmuş. "Nasıl olsa kararımız Mengen'de konaklamaktı.Programı tam uygulayalım" düşüncesiyle geri döndürme düşüncesinde olmadım.
Soru: Bolu'da ne oldu?
Denizer: Bolu'da Başbakan ile önce Vali'nin odasında görüştük.Yanında İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Devlet bakanı Kazım Oksay vardı. Başbakan yaptığımız yürüyüşün ısrarla kanunsuz olduğunu ve geri dönülmesini istedi. Ben de kanunlu bir yürüyüşe kanunsuz demekle suç işlediğini, seyahat etme özgürlüğümüzün engellendiğini söyledim.
Başbakan'dan yürüyüşün kanunsuz olmadığını kabul etmesini istedim. Biraz tartıştıktan sonra, "Peki kanuna uygun diyelim" dedi. Ben de "Hayır bu konuda kesin görüşünüzü söyleyin" diye ısrar ettim. Sonunda yürüyüşümüzün kanunsuz olmadığını kabul etti, ama bize yürüyüşü bitirmemizi, işçileri geri göndermemizi, aksi halde ücret pazarlığına oturmayacaklarını bildirdi. Anlaşmaya varamadık.
Ücret konusunu hiç görüşemedik. Ancak ben şunu biliyorum ki, Başbakan'ın tavrı, akşamki tavrından çok farklıydı. Bu tavır değişikliğinin nedeni Özal oldu. Özal görüşmeye gelmesini istemediği gibi, istediğimiz paranın verilmesine de karşı çıktı.
Soru: O gece Mengen'de kalındı. Ertesi gün yürümeye devam edildi. Ancak barikatla karşılaştınız. O gün akşamüzeri ise, ertesi günü açıklanmak üzere geri dönüş kararı verdiniz. Bu karara nasıl vardınız.
Denizer: Barikatın aşılamayacağı belliydi. Saldırı ile açılması mümkündü. Ama bu, bizim amacımızın dışındaydı. Barikatın aşılması için bizim istediğimiz şartlar da oluşmamıştı. Bir gün önceki akşam da 201 arkadaşımızı gözaltına almışlardı.
Hiçbir suçu olmayan bu arkadaşlarımızla ilgili devletin televizyonundan yapılan yayın tümüyle kışkırtıcıydı. Arkadaşlarımız "barikata saldırdılar" diye lanse edildi. Soğuk ve kötü hava şartları belimizi büktü. Bu ortamda akşam arkadaşlarla toplantı yaptık. Konuyu tartıştık. Devam etmenin, yani orada kalmanın zararını ve yararını gözden geçirdik.
Arkadaşlarda geriye dönme eğiliminin ağır bastığını gördüm. Ayrıca işçinin geriye dönme yanlısı olduğunu ben de biliyordum. Geceleri, konaklama yerlerini dolaşırken, benim en sağlam adamlarım bile kulağıma, "Bir iki gün daha zor dayanırız" diyordu. Moralin olmadığı yerde hiçbir şey olmaz. Soğuk, yağmur, herkes telef olacaktı.
Soğuğun tedbirini alabilseydik, belki biraz daha kalma imkanımız olabilirdi. O arada Mustafa Başoğlu'nun içinde bulunduğu Türk-İş heyeti geldi. Bu arkadaşların bize pek katkısı olmadığı için ilgi göstermedim. Onlar da mutlaka geri dönmemizi söylediler. Zaten Çalışma Bakanı da iki üç kez aramış, "gelin görüşelim" demişti. Başbakan'ın talimatı ile hareket ettiğini söylüyordu.
Dönmek zorundaydık
Soru: Siz kararı açıklamadan önce insanlar geri dönmemeyi çağrıştıran sloganlar atıyorlardı. Neler yaşadınız ve hissettiniz?
Denizer: Ben gece Zonguldak'ta kalmıştım. Ankara'ya geleceğimiz için üstümüzü başımızı değiştirmek gerekmişti. Geldiğimde gördüm ki, arkadaşlar yeterli bir çalışma yapmamışlar. Hatta daha çok ajite olmuş bir işçi seli ile karşılaştım. "Ölmek var, dönmek yok" gibi sloganlar atıyorlardı.
Ancak bir karar vermiştik ve uygulayacaktık. O noktada bir karar değişikliği, engel olunması mümkün olmayan bir karışıklık yaratırdı. Zonguldak'tan 10.00'da geldim. 11.15'e kadar yorulmalarını bekledim.
Tabii "geriye döneceğiz" demek zor geliyor insana. Ama şartlar da ortada. Konuşmamı yaparken, her zamanki gibi ajite değil, yumuşak girmeyi uygun buldum. Uzun uzun konuştuktan sonra, "Geriye dönüyoruz" dedim. Belirli arkadaşlarım, bana sloganlarla destek verdi. Açıklamadan sonra Ankara'ya geldim.
Soru: Geriye dönüp baktığınızda hata ya da eksiklik görüyor musunuz?
Denizer: En büyük eksiklik, topluma ulaşamama, onu yönlendirememe,
örgütleyememe idi.
Soru: Peki bunu tek başına maden işçileri yapabilir miydi? Amaç bütün Türkiye'yi harekete geçirmek ama, yapılan hiçbir çalışma yok. İnsanların peşinizden gelebileceğine nasıl bu kadar inandınız?
Denizer: İnsanlar bizim eylemliliğimizle korkuyu üzerlerinden atacaklardı. Dikkat ederseniz grev boyunca Özal aleyhine sloganlar çok rahat atıldı. İnsanların "demek yapılabiliyormuş" diyerek, hareketlenebileceklerini düşündük.
Bunu Zonguldak'ta başardık. Ama diğer kesimlerin harekete geçebilmeleri için birilerinin liderlik yapması gerekiyordu. Bunda geç kalında. Hazır olanlar tahmin edemediler, kendilerini adapte edemediler.Hazır olmayanlar da kaçmanın, engel olmanın yollarını aradılar.
Bu işin okulu yok
Soru: Süreçte, sizin, yani kendinizin hatası oldu mu?
Denizer: Büyük hatalar yaptığımı zannetmiyorum. Belki küçük, nokta hatalar yapmış olabilirim, ama onlar da hareketlilik içinde eridi. Gerekli mesajları yerli yerine ulaştıramamış olabilirim. Bu da bizim kendi içimizde, sağlıklı deneyimli bir örgütlenme yapısına kavuşmamamızdan olabilir. Bu işin okulu yok. Yaşaya yaşaya öğrenme durumumuz vardı.
Soru: Kararsız kaldığınız oldu mu hiç?
Denizer: Ben kararsızlığın zararlı olacağını düşündüğüm için kararsız kalmamaya çalıştım hep.
Soru: Hayır, şöyle. O, an be an gelişen atmosferde, ne yapacağınızı bilememe duygusu yaşadınız mı hiç?
Denizer: Hayır. Benim bir özelliğim, sabah ne yapacağımı akşamdan tasarlamaktır. Ama öyle bir şey oluyor ki bazen hiç hesap edemeyeceğiniz bir durumla karşılaşıyorsunuz.
Mesela biz barikatın Mengen'de kurulacağını düşünmüyorduk. Devrek'e girmeden kurulacağını tahmin etmiştik. Ani karar verme durumlarında, sanki Allah o anda bir şey veriyor. Duruma uygun, o ana kadar düşünmediğiniz bir çözüm buluveriyorsunuz.
Hiç yanlış yapmadım
Soru: Peki hiç yanlış karar verdiniz mi?
Denizer: Hayır. Hiç yanlış karar vermedim. Her şeyin doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Çünkü ben bütün kararları kişi olarak verdim, yürüyüş boyunca.
Soru: Yönetim Kurulu?
Denizer: Biz her akşam toplanıyorduk.
Soru: Devrek gecesi önemli bir geceydi ve o akşam toplanmadınız...
Denizer: Ama Mengen'e geldikten sonra her akşam toplandık.
Soru: Ama sizin fikirlerinizin kabulü noktasında oluyordu bu toplantılar, değil mi?
Denizer: Uygulanmasının gerektiğine inandığım konularda fikrimi hemen söylerim ve nasıl yapılacağını anlatırım. Bu benim prensibimdir.
Soru: Sözleşme görüşmelerinin başından beri, istenilenin verilemeyeceğini bildiğinizi ve iktidarı hedef alan bir mücadele taktiğini kafanızda oluşturduğunuzu ifade ettiniz. Peki, sözleşme masasında istediğiniz olsa ne olacaktı?
Denizer: Sözleşmeyi imzalardık. Ama mücadele başka bir şekil alırdı. Toplumsal hareketi durdurmak mümkün değil. Nitekim Zonguldak'ta başlayan hareketlilik, Türkiye'nin her tarafına yaygınlaştı. Zonguldak'ta üretilen sloganlar her yerin sloganı oldu. Parayı yürüyüş sırasında da verebilirlerdi. O zaman da geri dönerdik. Ama topluma, en azından "istedi aldı" mesajı vermiş olacaktık.
Soru: İstedi de almadı mı?
Denizer: Aldı sayılır. İstediğimizle aldığımız arasında fazla bir fark yok.
Soru: Kazanan kim?
Denizer: Zonguldak tabii ki. Gösteri yürüyüşü kanunu, çalışma hayatını düzenleyen yasalar, anayasa değişti. Bunlar kağıt üzerinde değil ama, kafalarda değişti. Körfez savaşının getirdiği engel olmasaydı, bunların hepsi kaale alınacaktı.
Soru: Yürüyüş bittikten sonra Başbakan Akbulut, sözleşme ile ilgili olarak sizi uzun süre bekletti...
Denizer: Evet. Bizi cezalandırmak istediler herhalde. Biz de o günün koşullarında yapılacak başka bir şey olmadığı için bekledik ve imzaladık.
Soru: O bekleme sürecinde, oldukça çelişkili davranışlarınız oldu. Bir gün söylediğinizden ertesi gün vazgeçtiniz. Bazı sendikacıları kırdınız. Eylemi Türkiye'ye yayacağım dediniz...
Denizer: Evet oldu öyle şeyler. Çok yoğun bir olay yaşamıştık. Aslında ben arkadaşlara çok kibar davranan bir insandım. Ama o dönemde kalbini kırdıklarım oldu. O yoğunlukta sağlıklı düşünmek, değerlendirmek zor oluyor. Kontrol etmeye çalışsanız da bazen patlıyorsunuz. Yanlış da yapabiliyorsunuz. Böyle günler yaşandı tabii...(SNK/NM)