“Ferîk” Salih Omurtak komutasındaki 9. Kolordu tarafından Üçüncü Ağrı Harekâtı başlatılmadan önce, 1930’da Ağrı ve çevresinde çıkan Ağrı İsyanı bastırıldı. Bu süreçte binlerce kişi, Van ilinin Erciş ilçesinde yer alan ve günümüzde “Hatun Çukurovası” olarak da bilinen Zilan Deresi köylerine sığındı.
Temmuz 1930’ta Zilan Deresi’ne düzenlenen operasyonda köylerin çoğu boşaltıldı ve isyana katılıp katılmadıklarına bakılmaksızın binlerce sivil öldürüldü.
Cumhuriyet Gazetesi özel muhabiri Yusuf Mazhar, o dönem 15 bin insanın Zilan Deresi’nde öldürüldüğünü aktardı. 13 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi şöyleydi: “Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara sığınan bin 500 kişi kalmıştır. Tayyarelerimiz şakilere şiddetli bombardıman uyguluyor. Zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardır. Zilan Deresi cesetlerle dolmuştur. Ağrı Dağı’nda yeni tenkil harekâtına başlanacaktır; bundan kurtulma imkânı yoktur.”
Zilan Katliamı’nın üçüncü kuşağından Kürt siyasetçi ve Avrupa Kürt Kadın Hareketi (TJK-E) Ekoloji Sözcüsü Menekşe Kızıldere ile devletin ve toplumun katliamla nasıl yüzleşebileceğini ve bu sürecin barış çerçevesinde nasıl ilerletilebileceğini konuştuk.

“44 köy haritadan silindi”
Zilan Katliamı ve sonrasında yaşanan hak ihlalleriyle ilgili yüzleşme sağlanmamış olmasını barış süreci kapsamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aralarında dört yıl olmasına rağmen, Zilan, Dersim Katliamı kadar gündem olamadı. Bunun nedenlerinden biri katliamın gerçekleşme biçimi. Dersim’de hayatta kalanlar sözlerini kurabildi, hikâyelerini anlatabildiler. Örneğin “Dersim’in Kızları” bizim için sembolik bir kavram oldu ve on yıllar geçmiş olmasına rağmen bu sembol hâlâ yaşıyor. Zilan’ın “kapalı kalmasının” nedenlerinden biri ise hayatta kalanların çoğunlukla çocuklar olması. O kadar büyük bir kıyımdan çok az sayıda yetişkin sağ kurtuldu.
Zilan Vadisi’nde 44 köy haritadan silindi. Söz konusu köyler ve alanlar hâlâ boş. Toplu mezarların çoğu da bu bölgelerde bulunuyor. Ne yazık ki devam eden barış süreci görüşmeleri kapsamında Zilan’a dair herhangi bir yüzleşme gündeme gelmiş değil, bu bizim için elbette oldukça üzücü.
“Büyüklerimin gözündeki devlet korkusunu hatırlıyorum”
Katliam ve sonrasına dair ailenizdeki tanıklıkları nasıl deneyimlediniz?
Ben, katliamdan sağ kurtulanların torunuyum. Hem anne hem baba tarafım Zilan Katliamı’nı yaşadı, hayatta kalan en büyüğümüz 12 yaşındaydı. Biri 8, diğeri 10 yaşındaydı ve aslında benim çocukluğum da onların bu ikircikli çocukluk anılarının aktarımıyla geçti. Anılarında bir “Zilan öncesi” vardı, bir de “Zilan sonrası”. Özellikle ikinci kuşakta çok büyük bir siniklik ve suskunluk vardı. Yaşadıklarını konuşamamak, aktaramamak vardı. Ben bunu “devlet korkusu” olarak tanımlıyorum. Ki ölen büyüklerimin gözündeki devlet korkusunu da hatırlıyorum. Benim için en rahatsız edici olan da buydu.
Büyürken bu korkuyu asla kabul edemedim ve katliam geçmişi olan insanların da aynı rahatsızlığı yaşadığını gördüm. Barış meselesi tam da burada başlıyor. Bizim kuşağımız, üçüncü kuşak olarak, büyüklerimizin gözlerinde gördüğü korkuyu bir sonraki kuşakta görmek istemiyor. Gözlerden korku silinmeden barış mümkün değil. İnsanlar eşit yurttaş olarak kabul edilmek ve anadilini konuştuğu için zulüm görmemek istiyor. Bizim kuşağımız için ise devreye öfke giriyor, katliamlarda bizim kuşağımız “kıyamet kuşağı” olarak nitelendiriliyor. İkinci kuşak korkusunu hâlâ üzerinden atamadığı için yüzleşemez, üçüncü kuşak ise yüzleşir. Bu açıdan Zilan için barışı konuşmanın ve adaleti sağlamanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum.

Katliamların epigenetiği
Travmanın nesiller arası aktarımı ile ilgili pek çok çalışma var. Söylediklerinizi bu bağlamda mı değerlendiriyorsunuz?
Maalesef, katliamın etkileri sadece bir kuşakla sınırlı değil. Sizin de belirttiğiniz gibi, birçok araştırmacı katliamların epigenetiği üzerine çalışıyor ve bu çalışmalara göre, yedi nesil boyunca katliamın etkileri değişiyor. Aile büyüklerimizin neredeyse DNA’sı adeta değişti ve katliamın getirdiği birçok şey genetik olarak ön plana çıktı. Bu bilimsel olarak nasıl açıklanır bilmiyorum; ama örneğin ailemde belirli hastalıklar var. Özellikle kalp rahatsızlığı çok yaygın. Üçüncü nesilde bile ummadığınız insanların kalp hastası olduğunu görürsünüz.
Keza kadınlar, dizleri nedeniyle hep bir sağlık sorunu yaşar. Ben bunu hep Zilan’dan kurtulmak için kilometrelerce yol yürümelerine bağlarım. Benim bile bu yaşta dizlerimde sorun var. O kadar yıpranmış biri değilim; ama ne yazık ki bu mirasın bir parçasını ben de taşıyorum. Yine aynı şekilde beyin hastalıkları var. Ben bunların, yaşananların fiziksel dışavurumu olduğunu düşünüyorum. Zaten katliamın epigenetiği de bunu böyle açıklıyor.
Yüzleşme
Katliam 100. yılına yaklaşırken, hakiki bir yüzleşme mümkün mü?
Dediğim gibi, Zilan’da hayatta kalanların çoğu çocuktu ve korkunç bir baskıyla bu katliamın üzeri kapatıldı. O dönemin siyasi atmosferine baktığımızda, Zilan Katliamı’ndan hemen sonra bölgede yerel yönetimin bir festival düzenlediğini biliyoruz. Sırf katliam tartışılmasın, konuşulmasın diye… İnsanlar bir gün katliam isyancılarının kesik başlarının köylerde dolaştırıldığına şahit olup ertesi gün festivale gitmeye zorlanıyor. Böylece hayatta kalanlar ve katliamı bire bir yaşamayan insanlar, ne yaşadıklarını anlamadan sindirildi.
Zilan Katliamı’ndan sonra çok büyük bir sürgün ve idam süreci yaşandı. Herkes toplu mezarlarda vefat etmedi. Özellikle genç erkekler herkesin gözünün önünde idam edildi. Benim ailem için bu çok büyük bir mesele; çünkü “aşiret” dedikleri ailemiz için milyonlarca insan söz ediliyor. Ancak kuzey kanadında bu aşiret o kadar küçüktü ki, katliamdan sonra gerçekten hiç kimse hayatta kalmamıştı. Hayatta kalanlar ise katliam alanında değil, uzak köylerde yaşıyorlardı; ama akrabalık bağları vardı. Bu aileler bile sürgüne gönderildi —Hatay’a, Aydın’a, Tekirdağ’a… 1930’ların koşullarından bahsediyorum. Bazıları geri dönebildi, bazıları ise dönemedi. Geri dönenler öfkeliydi ve bu öfke kuşaktan kuşağa aktarıldı. Anlattıklarım ortaçağ karanlığında yaşanmış gibi gelebilir; ama zaten o dönemde bir ortaçağ vahşeti yaşanmıştı. Ve bu duygu hâlâ bizimle yaşıyor.

“Acının tanınması gerekiyor”
Bu acının tanınması ve yüzleşmenin sağlanabilmesi için hangi adımlar atılmalı?
Öncelikle insanların acısını görmek ve tanımak lazım. Devlet tarafından bir kabul gerekli. “Zilan gerçekleştirildi ve biz sorumluluk alıyoruz,” denmesi gerekiyor. “Biz yapmadık; ama geçmişteki acılar için özür diliyoruz,” denmesi gerekiyor. Bir özür, anma ve toplu mezarların açılarak kimin nerede olduğunun belirlenmesi; bunlar gerçekleştirilebilir talepler. Örneğin annemin dedesinin bir mezar yeri yok. Yerini bilmiyoruz. Toplu mezarlardan birinde de olabilir, İran tarafında da olabilir. Katliam sırasında, katliamdan kaçan kadın ve çocukların güvenli bir şekilde bir yerlere yerleştirilmesi için isyancıların açtığı rotalar vardı. Annemin dedesi de bu rotaların güvenliğinden sorumluymuş; özellikle kadınları ve çocukları doğu tarafına taşıyan yolun güvenliğini sağlıyormuş. Ama nerede öldürüldüğünü bilmiyoruz. O mezara gidebilmek, bir gün yerini öğrenebilmek, bizim için bir yara.
Anneannem, öldüğü güne kadar babasını bekledi pencere önünde; bu da kuşaklar boyunca aktarılmış bir özlem. Bu acının yükünü taşımak oldukça ağır bir sorumluluk. Oradaki toplu mezarların varlığını kabul etmek, kişi sayısını tespit etmek ve ölülerimizi anabilmek için en azından bir anıt mezar inşa etmek gerekli adımlar. Anıt mezarın, insanların maneviyatına uygun bir alan olması da önemli. İnsanlar ölülerinin ardından dua etmek istiyor ve bu çok insani bir talep. Siyasetten bağımsız olarak, insanlık mirası adına bu utançtan kurtulmak şart; aksi hâlde bir sonraki kuşaklarda öfkeden başka bir duygu oluşmayacak.
Toplu mezarların açılması, tespitlerin yapılması ve Zilan Vadisi’nin koruma alanı ilân edilmesi kritik önemde. Şu anda bazı alanlar halka açık, bazıları değil. Katliamın gerçekleştiği yerler ise toplumsal bellekte hâlâ net. Ben de birçok kez bu alanlara gittim. Toplumsal hafıza tarih çalışmalarıyla birleştirildiğinde, Zilan Katliamı’nın 100. yılına girmeden bir anıt, mezar ve dua okuma yeri oluşturmak mümkün. Bu da onurlandıracak özürden sonraki adım olur.
HES projesi
Şu an vadinin bir kısmında bir Hidroelektrik Santrali (HES) projesi de yürütülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zilan Vadisi, por geçirgenliği, bitki örtüsü ve hayvan biyoçeşitliliği açısından son derece verimli bir alan ve HES için birçok kez girişimde bulunuldu. Söz konusu HES’in en büyük tehlikesi, vadinin can suyunu kesmesi nedeniyle biyoçeşitlilik üzerinde olumsuz etkiler yaratması. Koruma altına alınması gereken Zilan Çayı’na hidroelektrik santral yapmak 13 yıl önce de mantıklı değildi, bugün de değil.
Zilan Çayı’nın debisinin değişmesi, verimli ve por geçirgenliği yüksek topraklarda, yeraltı sularının yoğun olduğu alanlarda göçüklere yol açabiliyor. Bu göçüklerin bulunduğu yerlerde toplu mezarların olup olmadığı ise bilinmiyor. Bu tespitler yapılmadan bu alanlara zarar verilmemeli.
HES projesine bakıldığında, elektrik üretimi artışı yüzde 0,2 civarında kalıyor; yani zaten hiçbir “getirisi” olmayan bir proje. Bu tür projeler, fayda sağlamaktan çok katliam alanının “iğdiş” edilmesi amacıyla yapılmış girişimler. Daha önce de beton tesisleri, HES’ler ve madenle ilgili benzer girişimler oldu, halk birçok kez dava açtı; ancak bu davalar katliamın tarihsel bağlamında değerlendirilemedi, çünkü o dönemde bir barış zemini yoktu. Belki bundan sonra, katliamın adı çerçevesinde davalar açılabilir. Barış sürecinden bir beklentimiz de bu.

Zilan Katliamı
Ağrı ve çevresinde çıkan Ağrı İsyanı bastırıldıktan sonra, 13 Temmuz 1930’da başlayan katliamda 44 köy yok edildi.
Cumhuriyet Gazetesi özel muhabiri Yusuf Mazhar, 15 bin insanın Zilan Deresi’nde öldürüldüğünü aktardı. Kimi kaynaklara göre katliamda 47 bin kişi yaşamını yitirdi.
Katliamın ardından bölge halkının mallarına el konuldu. 1950 yılında Erciş Asliye Ceza Mahkemesi’ne mallarını geri almak için başvuran köylüler, herhangi bir sonuç alamadı. Katliamın hukuki süreci, devletin resmî düzeyde herhangi bir yargılamaya gitmemesi ve sorumluların cezalandırılmaması nedeniyle uzun yıllar boyunca kapalı kaldı.
1950’lerde, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, sürgün edilen Zilanlıların geri dönmesine izin verildi ve 1 Temmuz 1950 tarihinde çıkarılan 5098 sayılı kanunla, Zilan bölgesindeki “memnu mıntıka” (yasak bölge) kararı kaldırıldı. Bu adım, halkın geri dönüşünü sağlamış olsa da, katliamın hukuki olarak tanınması ve sorumluların yargılanması yönünde bir gelişme yaşanmadı.
2023 yılında, dönemin HDP Van Milletvekili Tayip Temel’in, Zilan Çayı’nda çekilen su nedeniyle ortaya çıkan kemiklerle ilgili olarak Meclis’e sunduğu araştırma önergesi, “kaba ve yaralayıcı” bulunarak işleme alınmadı.
HES mücadelesi

Zilan Vadisi üzerinde kurulmak istenen HES’e karşı 2014 yılından beri yurttaşların ve çevre örgütlerinin mücadelesi sürüyor.
Van Valiliği Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü tarafından 30.03.2012 tarih ve 1318 sayılı yazısı ile 30.03.2012 tarih ve 14 No'lu “ÇED gerekli değildir” kararıyla, 2014 yılında inşaatı başlatılan Zilan HES projesi, köylülerin ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin itirazı üzerine durduruldu.
Kararın ardından HES’in yapılacağı arazilere yönelik Bakanlar Kurulu kararı ile acil kamulaştırma kararı çıkarılarak yeni bir süreç başlatıldı.
Durumu yargıya taşıyan köylüler, geçim kaynaklarının tarım ve hayvancılık olduğunu belirterek, HES’in yapılması durumunda bölgede oluşacak ekolojik tahribat nedeniyle geçimlerini sağlayamayacak duruma geleceklerini ve bu nedenle göç edeceklerini söylemelerine rağmen bir sonuç alabilmiş değil. COVID-19 salgını sürecinde de Zilan Vadisi üzerindeki çalışmalara tekrar hız verildi.
ÇEV-DER Başkanı Ali Kalçık’a göre, üzerine HES kurulmak istenen vadide 4 bin 300 bitki ile sayısız endemik tür bulunuyor. (TY)















